Rusya ve İran destekli Esed rejimi, 7 Nisan tarihinde muhalefetin hâkim olduğu Şam’ın banliyö mahallelerinden Duma’da kimyasal silahlı bir saldırı gerçekleştirdi. Saldırıda en az 75 kişi öldü, yüzlerce kişi de gazdan etkilendi. Olaydan sonra başta Fransa olmak üzere İngiltere ve özellikle de ABD Başkanı Donald Trump’ın sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamalar, yedi yıldır devam eden Suriye iç savaşının seyrinin birdenbire farklı bir yöne evrilmesine sebebiyet verdi. Nihayet ABD, İngiltere ve Fransa 14 Nisan gecesi Şam’daki bazı askerî tesisleri bombaladı.
Yedi yıldır 1 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği, 2 milyondan fazla insanın yaralandığı ve 13 milyon kişinin de mülteci konumuna düştüğü iç savaşta, Esed rejiminin kimyasal silah kullandığı daha önce de defalarca Birleşmiş Milletler (BM) raporlarıyla ortaya konmuş olsa da başta BM olmak üzere uluslararası vicdan bu duruma seyirci olmaktan öteye gitmemişti.
ABD’nin Suriye Politikalarındaki Motivasyon
ABD’nin Suriye’ye düzenlediği hava saldırısıyla ilgili amaçlarına geçmeden önce, yedi yıldır devam eden iç savaş sürecindeki pozisyonundan kısaca bahsetmek, ABD’nin bunan sonraki adımları ile ilgili daha somut analizlerin yapılmasını kolaylaştıracaktır.
Irak işgalinden sonra bölgede sosyalist ideolojiye yakın kalan nadir ülkelerden olan Suriye’deki rejimin niteliği ABD’yi rahatsız ediyordu. 2011 yılında Arap Baharı süreciyle başlayan olaylar sırasında ABD de Türkiye’ye yakın bir pozisyonda durarak Suriye’deki Esed rejimin gitmesinden yana bir tavır sergiledi. Öyle ki ABD’nin bu tutumu, Türkiye’nin Suriye’de daha cesur adımlar atmasına yol açtı. Ancak kısa süre içinde ABD’nin planlarında bazı değişiklikler söz konusu oldu ve 2013 yılında, Esed rejiminin büyük ölçüde zayıfladığı bir dönemde, ABD’nin bölgedeki politikası değişmeye başladı. Esed sonrası süreçle ilgili kaygıları artan Amerikan yönetimi, ılımlı muhalefetin hâkim olacağı bir Suriye’den ziyade bölgede kendi çıkarları için kullanabileceği alternatif silahlı yapılara destek vermeye başladı. Bu dönemde en önemli iş birliğini de DAEŞ’le mücadele kılıfı altında PYD/PKK’yla sağladı.
ABD’nin bu kafa karışıklığı adeta Rusya’ya davetiye çıkardı ve Rusya fiilî olarak Suriye sahasına müdahil oldu. Bundan sonra Suriye hava sahası ikiye ayrılmış oldu. Fırat’ın doğusu ABD’nin, batısı ise Rusya’nın kontrolüne girdi. Böylece 2011 yılından itibaren sahada mücadele eden yerel ve bölgesel aktörlerin etkisi minimum düzeye inerken, ABD ve Rusya’nın etkisi maksimum düzeye çıktı. Bundan sonra büyük bir politika değişikliğine giden ABD, Suriye sahasında yakın müttefiki olarak PKK’nın Suriye’deki kolu PYD ile askerî ilişkiler geliştirmeye başladı.
Aslında tersi bir senaryo düşünüldüğünde bu süreçte ABD Türkiye ile birlikte Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) destek verseydi hem rejimin niteliğini değiştirebilir hem de Rusya’nın Akdeniz’e ulaşma hedefine engel olabilirdi. Ayrıca İran ve Hizbullah’ın da Suriye ve genel olarak Ortadoğu’da güçlenmesinin önüne geçebilirdi. Sonuç olarak ABD’nin bu süreçte Suriye konusundaki tavrının bilinçli bir tercih mi, yoksa kararsızlığının tezahürü mü olduğu bir süre daha önemli bir tartışma konusu olarak kalmaya devam edecek.
ABD’nin Suriye’ye olan yaklaşımı ele alınırken bu kronolojiyi göz önünde bulundurmak isabetli olacaktır. ABD tarihine bakıldığında daha önce de, Afganistan ve Irak örneklerinde olduğu gibi, benzer müdahalelerde bulunduğu görülecektir. Ortadoğu’daki ekonomik kaynaklar bu müdahalelerin önemli motivasyonu olmakla birlikte, aslında durumun tam olarak açıklanmasında yine de eksik kalacaktır. Zira petrol üreten bir ülkenin elindeki petrolü uluslararası piyasalarda satamaması, petrolden beklenen ekonomik faydanın sağlanamaması anlamına gelecektir.
ABD’nin Suriye motivasyonunda Washington’daki karar alıcıların tutumuna da ayrıca bakmak gerekmektedir. Burada sorulması gereken sorulardan biri de Suriye meselesi Washington’daki siyasal elitin ne kadar gündemindedir? Aslında Suriye ve genel olarak Ortadoğu konusu ABD’nin dış politika tartışmalarında ve gündeminde %5’lik bir paya ancak sahiptir. Bu tespitin kanıtı da hem eski başkan Obama’nın hem de şimdiki başkan Trump’ın Ortadoğu ve Suriye konusunda neredeyse birbirinin aynı söylemlerle yönetime gelmesidir. Seçimlerden önce her iki başkan da Irak ve Afganistan’dan çekilme konusunda açıklamalarda bulunmuştur. Hatta Trump, “Suriye’den yakında çekileceğiz” diyerek bu konuyla ilgili oldukça net bir ifade kullanmıştır. Ancak bütün bu açıklamalara rağmen ABD’yi hâlâ bölgede tutan ve bir şekilde çekilmesini engelleyen bir iradenin var olduğu da çok net ortadadır. Aksi takdirde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın vasat bir bürokratının 10.000 kilometre uzaktan Suriye gibi bir ülkede bu kadar aktif olması, hangi motivasyonla açıklanabilir; söz konusu bürokratların Kürt sevgisi ile mi, yoksa ekonomik sebeplerle mi? Aslında ABD’nin bu bölgedeki genel dış politikası özellikle Asya Pasifik’le kıyaslandığında çok küçük bir paya sahiptir. Zira Trump’ın dış politikasında esas ilgilendiği coğrafya Asya-Pasifik’tir. Özellikle Çin ile ticari anlaşmazlıklar konusu, ABD için öncelikli meseleyi oluşturmaktadır.
Bütün bunların ötesinde ABD’nin Suriye meselesine yaklaşımını kavramada önemli ve tamamlayıcı bir unsur olarak İsrail konusu öne çıkmaktadır. İsrail’in güvenliği ve bölge ile alakalı vizyonu, ABD’nin bu bölgedeki politikalarının şekillenmesinde belirleyici olmaktadır. İsrail’in kurucusu ve ilk devlet başkanı David Ben Gurion, “çevre teorisi” ile İsrail’in tamamen Arap ülkeleriyle çevrelenmiş olduğunu ve bunu aşmak için Arap olmayan ülkelerle ittifak etmeleri gerektiğini söyler. Irak ve Suriye’deki Kürtler ve Dürzilerle kurulan ilişkilerin altında yatan temel motivasyon da budur. Kısacası denilebilir ki, hem Obama hem de Trump Ortadoğu’dan çekilmek istese de İsrail faktörü ABD’yi bölgede tutmada önemli bir unsur oluşturmaya devam etmektedir. Nitekim bugünlerde ABD’nin Suriye sahasında tekrar aktif hale gelmesi, İsrail’in Suriye’de birkaç noktayı bombalaması ve bir uçağının düşürülmesinden sonra olmuştur.
ABD’nin Suriye Müdahalesinde Olası Üç Senaryo
Çeşitli medya organlarında ABD’nin Suriye’de belirlediği en az sekiz noktaya saldırdığı haberleri dolaşıyor. Ancak Esed rejiminin ABD’nin operasyon yapacağı açıklamalarından sonra, muhtemel hedefler olan askerî üs ve araştırma merkezlerindeki askerî uçakları ve diğer askerî araçları buralardan çıkarttığı, bazılarını Rusların konuşlandığı üslerde bazılarını da şehir içinde dağıttığı, uydu görüntüleri aracılıyla kamuoyuna yansıdı. Bu arada Doğu Akdeniz havzasında bulunan ABD, Fransa ve İngiltere’ye ait gemi, uçak, füze ve çeşitli savaş araçlarının Suriye yakınlarına ulaştığı da gelen haberler arasındaydı.
Öte yandan bölgede yaşanan bu gelişmeler karşısında dünya ülkeleri ya Rusya ya da ABD tarafında pozisyon almaya zorlanıyor. Birçok ülke olası bir harekâta fiilî olarak katılacağını söylerken bazıları da aksi görüş bildiriyor. Türkiye gibi bazı ülkeler ise, bölgedeki kaosu daha da derinleştireceği endişesiyle gelişmeler karşısında ya tarafsız kalıyor ya da arabuluculuk rolü yürütüyor.
Peki ABD Suriye’ye nasıl bir müdahalede bulunacak? ABD, PYD/PKK sayesinde zaten Suriye topraklarını %35 civarında kontrol ediyor. ABD’nin Suriye’deki müdahalesini daha da arttırması şu aşamada uzak bir olasılık değil. Hatta Rusya ile Suriye sahasında kapışması bile mümkün. Ancak ABD’nin son bombardımanını değerlendirmek için bundan tam bir yıl önce yaşanan Han Şeyhun kimyasal saldırılarına bakmak gerekir. O günlerde Suriye rejiminin İdlib’e bağlı Han Şeyhun kentine düzenlediği kimyasal saldırılar sonucu 80’e yakın sivil hayatını kaybetmiş, 300 civarında sivil de yaralanmıştı. Trump liderliğindeki ABD yönetimi, Suriye rejimine yönelik caydırıcılık taşıyan ilk saldırısını 6 Nisan sabahı (Amerika’da yerel saatle akşam 21.00 civarında) gerçekleştirmişti. Oysa daha önce de Suriye’de kimyasal saldırılar olmuş ve bu saldırılara uluslararası güçler tarafından ciddi bir tepki verilmemişti. Bu sebeple ABD’nin 59 Tomahowk’lu saldırısı en hafif tabiriyle sürpriz olarak değerlendirilmişti. Trump, o tarihte de yaptığı açıklamada, uluslararası camianın Esed’e bir cevap vermesi gerektiğini ve bu korkunç saldırıların karşılıksız kalmayacağını söylemişti.[1]Ancak bu tehdide rağmen rejimin uygulamalarında bir değişiklik olmadı.
"ABD’nin Suriye meselesine yaklaşımını kavramada önemli ve tamamlayıcı bir unsur olarak İsrail konusu öne çıkmaktadır. İsrail’in güvenliği ve bölge ile alakalı vizyonu, ABD’nin bu bölgedeki politikalarının şekillenmesinde belirleyici olmaktadır."
Sonuç olarak ABD’nin Suriye’ye olan müdahalesinde üç senaryo üzerinde durmak mümkündür. Birincisinde geçen yıl Han Şeyhun meselesinde olduğu gibi Rusya’nın ve Esed rejimin boşalttığı askerî üsleri ve boş alanları bombalaması. Bu senaryo büyük ölçüde Rusya’nın sessiz rızası ile gerçekleşecektir. Sonuçta ABD’nin bölgede görünürlüğü artacak, savaş kaldığı yerden biraz daha devam edecek ve bu arada Esed ve müttefikleri de Suriye’deki katliamlarını sürdürecektir.
ABD önderliğindeki koalisyonun Suriye’ye müdahalesinin daha geniş çaplı olacağı ve rejimin askerî ve insani unsurlarının daha fazla zayiatı ile sonuçlanacağı öngörülen ikinci senaryoda, ABD’nin özellikle Fırat Nehri’nde daha da güçleneceği ve müdahaleyi İsrail’in de çıkarına olacak şekilde Suriye’deki İran ve Hizbullah askerî varlığını da hedef alacak şekilde genişleteceği ihtimalinden bahsedilmektedir. Bütün senaryolar içinde en kuvvetlisi ve mevcut konjonktürde en akla yatkın olanı da budur. Zira bu durumda Rusya’nın da rızasıyla Hizbullah ve İran’ın Suriye’deki askerî varlığı zayıflayacak, İsrail memnun edilmiş olacak, buna karşın Esed rejimi mevcudiyetini sürdürecektir.
Üçüncü senaryo “3. Dünya Savaşı” olarak nitelendirilen senaryodur. Bu senaryoda ABD önderliğindeki koalisyonun bölgeye yoğun müdahalesi ve Rus birlikleriyle Akdeniz’de çatışmaları ihtimali üzerinde durulmaktadır. Bu senaryo çok daha büyük ve geniş çaplı çatışmaları tetikleyip dünyada tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi ülkeleri iki ayrı kutupta bir tercihte bulunmaya zorlayacaktır. Ancak Trump’ın bölgedeki önceliği Suriye olmadığından bu ihtimal şu an pek olası görünmemektedir.
ABD’nin Suriye Müdahalesindeki Amaçlar
Eğer ABD Esed rejimini düşürme niyetinde değilse bu saldırıların amacı ne olabilir? Günümüzde Astana süreci ile birlikte sahada -en azından Fırat’ın batısında- ABD’den bağımsız olarak işleyen fiilî bir durum söz konusudur. Türkiye, İran ve Rusya’nın taraf olduğu bu süreçte ABD ve genel olarak Batı’nın oyun dışında kaldığı bir gerçektir. ABD Savunma Bakanı James Mattis’in “Suriye meselesi Cenevre’de çözülmeli” şeklindeki açıklamaları da aslında hem ABD hem de genel olarak Batı’nın Astana sürecinin işlevliğinden ve Cenevre’nin işlevsizliğinden memnun olmadıklarını göstermektedir. Bu noktada ABD’nin olası operasyonunun Cenevre sürecini güçlendirip Astana'yı zayıflatma amacı taşıdığı da bir gerçektir.
İkinci bir motivasyon da bölgede ABD’nin taraf olmadığı uluslararası bir çözümün aslında ABD’nin 21. yüzyıldaki mutlak liderliğine gölge düşürecek olmasıdır. Bu sebeple de ABD’nin ve genel olarak Batı’nın bu saldırılarla amacının bölgedeki diplomatik ve askerî üstünlüğü sağlama isteği olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır.
Askerî müdahalenin üçüncü bir amacı da ABD’nin Suriye’nin batısında daha fazla belirleyici olmak istemesidir. Zira Suriye’de Fırat’ın batısı büyük ölçüde Türkiye’nin kontrolünde ve bölgede Rusya ile bir uzlaşma olduğu da anlaşılmaktadır. Ayrıca Esed rejiminin Doğu Guta’yı muhaliflerden alması, artık çatışmaların İsrail’in de bir şekilde taraf olduğu Suriye’nin güneybatısına taşınacağını göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu bölgeleri tamamen İran-Rusya inisiyatifine bırakmak yerine Türkiye sınırında Türkiye ile uyumlu bir modelin hayata geçirilmesi ihtimalinden söz etmek mümkündür.
Sonuç olarak uluslararası sistem açısından bakıldığında Suriye’de kırmızı çizgilerin geçildiği bir gerçektir. Zira hâlihazırda uluslararası sistemde bariz bir anarşinin yaşandığını, uluslararası kurumların ve sistemin büyük ölçüde söz konusu büyük ülkeler tarafından felç edildiğini belirtmek gerekir. Soruna teorik bir çerçevede bakılacak olursa, uluslararası ilişkilerde realistlerin çokça üzerinde durduğu gibi anarşi; rekabet ve çatışmaya sebep olmaktadır. Anarşik düzen de John Herz’in “güvenlik ikilemi” olarak tanımladığı gibi “başkalarının niyetleri ile ilgili basitleştirilemez bir belirsizliğin olduğu ortamda, bir aktörün aldığı güvenlik tedbirleri, diğerleri tarafından tehdit olarak algılanır; diğerleri kendilerini korumak için adım atar; bu adımlar da ilk aktör tarafından, diğerlerinin tehlikeli olduklarına dair ilk varsayımını doğrular nitelikte yorumlanır.” Sonuç olarak kimsenin kendini asla tamamıyla güvende hissedemeyeceği böyle bir rakip birimler dünyasında, güç mücadelesi devam eder ve güvenlik ve güç biriktirmenin fasit dairesi sürer gider.[2] Hasılı, Ortadoğu’da yaşanan bütün bu silahlanma yarışı, belirsizlik ortamı ve istikrarsızlık aslında karşılıklı restleşmelerin ve çekişmelerin artacağını göstermektedir.
Irak ve Afganistan’da olduğu gibi, Rusya’nın Suriye’deki müdahalesi kadar ABD’nin müdahalesi de genişleyebilir. Kaldı ki tıpkı Esed rejiminin kimyasal silah kullanımını durduramaması gibi, ABD’nin de Suriye’ye daha fazla müdahalesini engelleyebilecek herhangi bir uluslararası mekanizma ve kurum bulunmamaktadır.
Esasen dünya, Rusya’nın Kırım ve Suriye gibi önemli jeopolitik müdahalelerinde olduğu gibi, ciddi bir değişim ve sistem sorgulanmasından geçmektedir. Doğal olarak sistemin kurucularının, Rusya’nın artan bu jeopolitik etkisini sınırlandırma yoluna gitmeleri mümkündür. Uluslararası toplumun yahut bu müdahalenin Esed rejiminin gerek kimyasal gerekse konvansiyonel silahları kullanımına engel olma konusunda ne kadar caydırıcı olacağı ileride görülecektir. Ancak buradaki tek gerçek, Suriye’deki masum insanların bir süre daha mağdur olmaya devam edeceğidir.