Kalkınma ve kronik yoksullukla mücadele, uzun yıllardır Afrika’nın gündemini meşgul eden konular. Kıtada halen aşırı yoksulluk sınırında yaşayan büyük bir kitle bulunuyor ve halen daha pek çok Afrika ülkesinde altyapı oldukça yetersiz durumda. Kıtada yoksulluğun giderilmesi Birleşmiş Milletler’in (BM) Milenyum Kalkınma Hedefleri (MDG 2015) arasındaydı. Ancak bu program büyük bir fiyaskoyla sonlandı; dahası BM öngördüğü hedeflerin yakınına bile ulaşamadı. Bu önemli boşluğu fark ederek kendi çıkarlarıyla örtüşük hale getirebilen tek aktör ise Çin oldu.
Afrika’nın kronik sorunu haline dönüşen yoksulluğun ne seviyede olduğunu anlamak için bazı istatistiklere bakmakta fayda var. World Poverty Clock’a göre 8 milyara yaklaşan dünya nüfusunun %8’i aşırı yoksulluk sınırında bulunuyor. Kesin rakamlarla ifade etmek gerekirse yeryüzünde 628 milyon insan aşırı yoksulluk şartları altında yaşamını sürdürüyor. Ancak meselenin diğer bir boyutu ise bu %8’in konsantre bir şekilde belli başlı bazı bölgelerde yoğunlaşmış olması. Bu noktada, Sahra-altı Afrika’nın yoksulluk sorunun en fazla yoğunluk kazandığı coğrafya olarak ön plana çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nijerya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Nijer, Çad, Güney Sudan ve Somali gibi bazı ülkelerin sayısal olarak astronomik düzeyde bu sorunla karşı karşıya olduklarını belirtmek gerekir.
Yoksulluğun giderilmesi kalkınma iktisatçıları, sosyolog ve politikacıların çözüm aradıkları ve zaman zaman önerilerde bulundukları bir mesele. Literatürün büyük kısmı teşhis koyup yoksulluğa yol açan nedenleri sıralamakta ancak çözüm için somut öneriler maalesef daha az. Özellikle önerilenler; iyi yönetim, özgür düşünce ve serbest girişimciliğin yolunun açılmasıyla kalkınmanın gerçekleştirilmesi ve yoksulluk seviyesinin aşağı çekilmesi yönünde. Batılılar için Afrika’da kalkınma dendiğinde kadın hakları, yönetime katılım, demokratikleşme gibi unsurlar anlaşılmakta. Kıtanın içinde bulunduğu demografik yükseliş trendi ise meseleyi biraz daha çetrefilli bir hale getirmekte. Bu yüzden aile planlamasını önceleyen öğütler giderek daha fazla duyulmaya başlanmış durumda.
Klasik düşüncede uluslararası yardımın kalkınmayı tetikleyeceği düşünülmekteydi. 1960’larda pek çok Afrika ülkesinin bağımsızlığını kazanmasının ardından İngiltere ve Fransa eski sömürgelerine maddi yardımlar akıtmaya başladı. Özellikle Soğuk Savaş’ın kızıştığı dönemlerde müttefik kazanmak isteyen süper güçler destekçilerini para ve askerî yardıma boğdular. Süper güçler tüm insan hakları ihlalleri, soykırım ve yolsuzluklara göz yumarak otokratik, totoliter ve acımasız diktatörleri desteklediler. Bu yöneticiler ise çevrelerindeki bir grup akraba, eş-dost ile ülke kaynaklarını hortumladılar. Ülkelerine gelen yardımları muhalif sesleri bastırmak için kullandılar. Soğuk Savaş bittiğinde maddi yardımlar da kesildi. Bu savaşın galibi olan Amerika’nın para akıtmasını gerektirecek bir durum kalmamıştı artık. Bütün bu dönem boyunca IMF ve Dünya Bankası uzmanları Afrika ülkelerinde sanayileşmeden uzak durulmasını salık verdiler. Onlara göre Afrika ülkeleri sanayi üretiminde rekabet edemeyecekleri için maden ithalatı, tarımsal üretim, hayvancılık, balıkçılık ve turizm üzerinde kalkınmalarını sürdürmeliydi. Ancak bu model tahmin edilebileceği gibi büyük bir felaketle sonuçlandı. Üretmeden tüketmeye çalışan ve dışa bağımlı bir kıta belirdi. Sınırlı düzeydeki servetin içerideki paylaşımı da etnik ve kabile eksenli büyük hesaplaşmalara çanak tutunca çatışmalarla dolu, istikrarsız, kalkınamamış ve yoksul bir Afrika doğdu.
2000 sonrası süreçte ise Afrika’da toparlanma emareleri görülmeye başlandı. Pek çok Afrika ekonomisinin dünya ortalamasının üzerinde büyüme rakamlarına ulaştığı bu evre, aynı zamanda kıtanın kaynakları üzerinde küresel rekabetin de kızışmaya başladığı bir dönem oldu . İngiltere, Fransa ve Amerika gibi güçlerin yanında Afrika ile ilişkilerini geliştirmeye başlayan Çin, Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi küresel güç olmaya aday yeni aktörler ortaya çıktı. Bu ülkelerin Afrika’ya yaklaşımları ise geleneksel denen aktörlerden farklılaşmaktaydı. Bu dönemle birlikte özellikle kıtada altyapı ve ticaretin gelişmesini teşvik edecek projeler başlatıldı.
Ancak bu iyileşmelere rağmen kıtadaki yoksul kitlelerin sayısında azalma görülmediğini belirtmek gerekir. Adaletsiz gelir dağılımı bu ülkelerdeki bir grup elitin daha da zenginleşmesine yol açarken yoksul kitlelerin biraz daha fakirleşmesine sebep oldu. Örneğin bugün aşırı yoksul kitleler bakımından Hindistan’ı geride bırakan Nijerya’da nüfusun neredeyse yarısına tekabül eden 90 milyona yakın insan, aşırı yoksulluk sınırında bir yaşam sürdürmekte. Yine benzer şekilde Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde nüfusun %71’ine tekabül eden 61,5 milyon insan da aynı sorundan muzdarip.
Gelirdeki bu adaletsiz dağılım, mutlu azınlıklar karşısında mutsuz büyük kitleler doğurmakta. Nüfusu 1 milyarı bulan Sahra-altı Afrika’nın %42,5’i günlük 1,9 dolar seviyesinde bir gelirle yaşam sürmekte. Yüksek işsizlik ve çarpık kentleşme gibi olgular umudunu yitiren gençleri başka ülkelere gitmeye zorlarken göç olgusu her geçen gün daha fazla insanı ilgilendirir hale gelmekte. Yapılan iyimser tahminler en azından 2030 yılına kadar yoksulluk meselesinin Afrika’yı ilgilendirmeye devam edeceği yönünde. Yukarıdaki haritada kırmızı ile işaretli ülkeler yoksulluk sorunun önemini koruyarak devam edeceği yerleri gösterirken yeşille işaretlenen ülkelerde 2030 yılına kadar kısmi iyileşmeler olması beklenmekte. Bu minvalde Afrika’nın en önemli demografik, siyasi ve ekonomik güçlerinden biri olan Nijerya’nın 2030 yılından sonra bile hatırı sayılır sayıda yoksul bir kitleye ev sahipliği yapacağı öngörülmekte.