Giriş
Batı, son 150 senedir her şeyin maddi üstünlüklere göre belirlendiği bir anlayış içerisinde zihinsel bunalımlar yaşamaktadır. Her ne pahasına olursa olsun zenginleşmek arzusuyla hareket eden Batı toplumları, insanoğlunun yaşamını her alanda ilgilendiren ihlallerine devam etmektedir. Batılı yöneticilerin sergilediği kibirli ve açgözlü tavrın insanlığa maliyeti onarılamaz seviyelere ulaşmıştır. Dünya siyasetinin hamiliğine soyunan bu devletler, kendi çıkarları uğruna uyguladıkları politikalarla başta İslam coğrafyası olmak üzere tüm dünyayı ve tabii ki kendi halklarını felakete sürüklemektedir.
Elinizdeki rapor; siyasetten hukuka, çevre sorunlarından eğitime, aile yapısından ekonomiye kadar hayatın tüm alanlarını yıpratan bu zihniyetin yol açtığı yıkımı anlamak üzere hazırlanmıştır. Raporda Batı’nın içinde bulunduğu krizler ele alınarak öne çıkan bazı örnekler üzerinden Batı toplumlarının kendi iç krizleri yansıtılmaya çalışılacaktır.
Batı’da Sosyal Adaletsizlik ve Yoksulluk
Dünya üzerinde insanlar için etkileri en sarsıcı problemlerden biri olan yoksulluk, genel olarak “mutlak, göreli ve insani yoksulluk” şeklinde sınıflandırılmaktadır.[1] Manası itibarıyla yoksulluk; insan haysiyetine yaraşır bir düzeyin altında, maddi ve manevi yönden yetersiz olma durumudur. Sosyal adalet ise; din, dil, ırk, kültür, cinsiyet, yaş, renk gibi insanları kategorilere ayıran faktörlerin dışarıda bırakılarak kaynakların ve fırsatların bütün bireyler için eşit dağılması durumudur.[2] Bu tanıma aykırı olarak işlenen her fiil sosyal adaletsizlik kapsamına girmektedir.
1982’den itibaren aşırı bir büyüme gösteren küresel ekonominin 2008 senesinde bu gidişatının olumsuz anlamda sapması üzerine, özellikle Batı ülkelerinde insanlar işlerini kaybetmiş yahut daha düşük maaşlı işlerde çalışmaya başlamıştır. İşsizlik dalgasının kabarması, istihdamdaki azalma ve halkın alım gücünün düşmesi, ilk bakışta anlaşılmasa da Batı’yı sosyal bir krizin içerisine sürüklemiştir.[3] Söz konusu toplumsal kriz, Batı’da hâlihazırda mevcut olan adaletsiz gelir dağılımı arasındaki uçurumu derinleştirmiş ve halkların yoksulluğunu arttırmıştır.
Bugün Amerika’da evsizlik ve dolayısıyla barınma problemi çeken insan sayısı günden güne artmaktadır. Kadın, erkek, çocuk fark etmeksizin her yaştan ve cinsiyetten birçok insanın barınacak yerinin olmaması, Amerika’da gitgide büyüyen kronik bir krize dönüşmüştür.[4] 1990 senesinde 20.000 civarında olan evsiz sayısı, 2000 senesinde 30.000, 2015 senesinde de 60.000 olarak kaydedilmiştir. Kış ayları geldiğinde sayıları 100.000’i aşan bu evsizlerin %57’sini siyahi Amerikalılar, %31’ini Latinler, %8’ini de beyaz Amerikalılar oluşturmaktadır. Bu insanlar çoğunlukla çöpe atılan gıdalarla veya bazı hayırsever vatandaşların yardımlarıyla beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Ancak barınaklarda, sokaklarda, köprü altlarında, parklarda yahut metro istasyonları ve vagonlarda yaşamlarını sürdüren evsiz Amerikalılara yiyecek yardımı yapılması, bazı eyaletlerde suç olarak kabul edilmektedir. 2015 senesinde Florida’da evsiz birine yardım ettiği gerekçesiyle 90 yaşındaki bir kişi tutuklanmıştır. Washington, Michigan, California, New Jersey, Florida ve Oregon gibi birçok eyalette yaklaşık 60 kent çevresinde 100’e yakın çadır kent bulunmaktadır. Bu yerlerin birçoğunun yasal izni olmadığından buralarda kalanlar tuvalet ve içme suyu gibi temel insani ihtiyaçlarını karşılayacak altyapıdan mahrum bir şekilde yaşamaya çalışmaktadır. ABD Konut ve Kentsel Kalkınma Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu bir rapora göre, barınaklarda kalan evsizlerin öne çıkan profilleri şöyledir: %78 yetişkin, %61 erkek, %62 azınlık, %38 engelli.
Yaklaşık 45 milyon insanın yoksulluk çektiği ABD’de iş imkânlarının tabana yayılamaması, evsiz vatandaşların sayısını her geçen sene daha da arttırmaktadır. George W. Bush döneminde (2001-2009) yapılan uluslararası askerî operasyonların ülke ekonomisine olan olumsuz etkisi binlerce ailenin Mortgage krizi mağduru olup sokakta kalmasına neden olmuştur. Amerika’daki sivil toplum kuruluşlarının evsizliğin önlenmesi noktasındaki hararetli çalışmalarına karşın, kapitalizmin ABD’deki yükselen bireyselciliği, aile kurumunu ve sosyal yardımlaşmayı geri plana atmaktadır. Bu durum, ABD’de kronik bir hale gelen evsizlik sorununun çözümünü de zorlaştırmaktadır. Amerikan kapitalist sisteminin sarsıcı bir sonucu olan evsizlerin şehirlerin %50’ye yakınında kamusal alanlarda oturması veya yatması da suç kabul edilmektedir.[5]
"Kadın, erkek, çocuk fark etmeksizin her yaştan ve cinsiyetten birçok insanın barınacak yerinin olmaması, Amerika’da gitgide büyüyen kronik bir krize dönüşmüştür."
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 25. Maddesi’ne göre her devlet, halkının konut ve sosyal güvenlik sorunlarına insan onuruna yaraşır çözümler getirmek zorundadır.[6] Bu beyannameyi imzalayan ve dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olarak kabul edilen ABD’de bu sorunun içinden çıkılmaz bir hale dönüşmesi ise ciddi bir tezat teşkil etmektedir.
ABD ayrıca gelir dağılımı eşitsizliklerinin en yüksek olduğu ülkelerden biridir.[7] Ülkedeki bu eşitsizlik her yeni nesilde katlanarak artmaktadır. Örneğin ABD’nin bugünkü genç ve çalışma çağındaki nüfusunun maruz kaldığı gelir adaletsizliği, 1946-1964 yılları arasında Amerika’da doğan kişilerin karşı karşıya kaldığı gelir adaletsizliğinden kat kat daha fazladır. Bununla birlikte, ülkede çalışma çağındaki nüfusun en zengin %20’sinin geliri, bugünün en fakir %20’sinden sekiz kat daha fazladır.[8] Yaşanan bu gelir adaletsizliğinden usanan Amerikan vatandaşları, kendilerine ödenen asgari ücretin düşük olduğu gerekçesiyle zaman zaman ülke genelinde eylemler düzenlemektedir. 2014 yılında, çok sayıda şehirde binlerce insanın katılımıyla düzenlenen protestolarda toplam 436 kişi “sivil itaatsizlik” gerekçesiyle tutuklanmıştır.[9] 2015 yılına gelindiğinde, yine asgari ücretlerin çok düşük olması sebebiyle Atlanta, Boston, New York ve Los Angeles başta olmak üzere ABD’deki 200’ün üzerindeki şehirde işçiler Amerikan tarihinin gördüğü en büyük eyleme imza atmıştır.[10]
Sadece ABD değil, Avrupa kıtası da 2008’deki ekonomik krizin ardından toplumsal anlamda huzursuzluk ve artan işsizlik sorunuyla boğuşmaktadır. 2015 yılında, Avrupa’da 23.296.000 kişi işsizken, bu rakamın 17.756.000’i avro bölgesinde yer almıştır. Toplamda 5 milyon gencin işsiz olduğu Avrupa’da en yüksek genç işsizlik oranı %53,2’yle Yunanistan’dadır.[11] 2013 senesinde zirveye çıkan Avrupa’daki işsizlik oranları, zamanla hafif düşüş eğilimi gösterse de yine de bir hayli yüksektir.[12]
Ancak işsizlik oranlarının nispeten istikrara kavuştuğu Avrupa’da yoksulluk oranlarında hiçbir azalma olmamaktadır. Her dört Avrupa vatandaşından biri yoksulluk ve sosyal dışlanma sorunuyla karşı karşıyadır. 2015 senesinde Avrupa Birliği (AB) üyesi olan Bulgaristan’da nüfusun %41,3’ü, Romanya’da %37,4’ü ve Yunanistan’da %35,7’si yoksulluk ve egemen olan sosyal sistemden ve onun hak ve ayrıcalıklarından yoksun bırakılma riskiyle karşı karıya kalmıştır.[13] Avrupa’da 0-17 yaş arasındaki çocukların %27’si yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altındayken, 18-64 yaş arası yetişkinlerde bu oran %24, 65 yaş ve üzeri bireylerdeyse %17,4’tür.[14] Çocuk yoksulluk oranları Fransa, Almanya, İngiltere gibi Avrupa’nın zengin ülkelerinde de oldukça yüksektir.[15] Örneğin bugün Fransa’da 7 milyon insanın yoksulluk içerisinde yaşadığı belirtilmektedir.[16]
2010 senesinde İngiltere’de çocukların yoksul olma durumu en yüksek seviyeye ulaşmıştır. İngiliz hükümetinin açıkladığı verilere ülkedeki çocukların yaklaşık %30’u (4 milyon civarı) fakir olarak sınıflandırılmaktadır. Bu çocukların üçte ikisiyse çalışan ailelerden gelmektedir. Yani çocuklar ebeveynleri çalıştığı halde yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır. Yayınlanan en son rakamlara göre İngiltere’de yoksul olarak sınıflandırılan çocuk oranı yükselen bir çizgide seyretmektedir. Uzmanlar, İngiltere’de çocuk yoksulluğu oranlarının 2021 yılına kadar artmaya devam edeceğini, bunun da ilerleyen yıllarda ülkede daha da yayılacak olan yoksulluğun ayak sesleri olduğunu dile getirmektedir. Söz konusu veriler ışığında, tek ebeveynli çocukların neredeyse yarısının fakir olduğu, bunlardan tam zamanlı çalışan ailelerin çocuklarının yoksulluk oranın da arttığı kaydedilmiştir.[17] %74 oranında çalışan nüfusa sahip olan İngiltere’de ödenen ücretlerin düşük olması, yoksul insan sayısının her geçen gün daha da artmasının sebeplerinden biridir.[18]
Benzer bir durum, yoksulluk ve eşitsizlikle mücadele ettiği iddiasında olan ve dünyanın en güçlü ekonomileri arasında gösterilen Almanya’da da mevcuttur. Almanya’da gelir dağılımı arasındaki uçurum her geçen gün daha da derinleşmektedir. Yani zenginler her gün bir kat daha zenginleşirken fakir olanlar daha da fakirleşmektedir. Nüfusun %6,1’ine tekabül eden 4,17 milyon Alman vatandaşı, ağır borçlar altında ezilmekte ve asgari ücretin çok düşük olduğu sektörlerde çalışmaktadır. Almanya’da 2008 senesinde 223.000 olan evsiz insan sayısı 2014’e gelindiğinde 335.000’e yükselmiştir. Ülkede nüfusun %5,6’sı resmî kayıtlara göre fakir olarak sınıflandırılmaktadır. Alman halkının beşte biri ise yoksulluk tehdidi altındadır. Berlin’deki Ekonomik Araştırma Enstitüsü uzmanları, Almanya’nın yoksullaşma riskiyle karşı karşıya olduğunu ifade etmektedir.[19]
AB’ye üye ülkelerden İspanya’daysa her üç kişiden biri yoksulluk içerisinde yaşamaktadır. Burada da yoksulluktan en çok etkilenenler yine çocuklardır. Birleşmiş Milletler (BM) Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) verilerine göre İspanya’da çocukların yoksulluk oranı 2008-2014 yılları arasında dokuz puan artarak %40’a yükselmiştir.[20] İspanya’nın güneyinde özerk bir bölge olarak yer alan ve nüfus bakımından ülkenin en büyük bölgesi olan Endülüs’te ise durum daha da kötüdür. Burada insanların %40’ı ve çocukların %44’ü yaşamlarını yoksulluk içerisinde sürdürmeye çalışmaktadır. AB Merkez İstatistik Ajansı’nın yayımladığı verilere göre, Endülüs’te her üç kişiden biri işsizdir. 2007 senesinde İspanya hükümetinin teşvikleriyle inşaat sektöründe büyük yatırımlar yapılan Endülüs’te, emlak sektörünün batması, orada yaşayan halkı altından kalkılması çok güç borç yükü altına sürüklemiştir.[21] Ayrıca ev arzının talebi aştığı bölgede binlerce inşaat projesi, kaderine terk edilmiş durumdadır.[22] İspanya’nın güneyinde yer alan Endülüs’te emlak balonunun patlamasının ardından can çekişmeye başlayan İspanya ekonomisi, Mortgage kredisiyle gırtlağına kadar borca batan Endülüslüleri işsizliğe mahkûm etmiştir. Tahminler, İspanya’da işsizlik oranlarının 2020 senesine kadar %25’in altına düşmeyeceği yönündedir.[23]
Batılı Aktörlerin Küresel Mecradaki İnsan Hakları İhlalleri
Tarih sayfaları, bugün dünya siyasetine yön veren küresel güce sahip Batılı devletlerin siyasi, ekonomik, stratejik çıkarlarını gerçekleştirmek maksadıyla kan gölüne çevirdiği bölgelerin ve ülkelerin dramlarıyla doludur. Batı’nın lider ülkesi Amerika’nın kuruluş tarihi altında, hastalıklar ve savaşlarla eziyet çekerek yaşamlarını kaybeden milyonlarca Kızılderili ile[24] Afrika’daki yurtlarından her türlü ağır işte çalıştırılmak üzere koparılan ve köle olarak kullanılan Afrikalılar vardır.[25]
ABD’nin insan hakkı ihlalleri ne yazık ki bu sayılanlarla sınırlı değildir. Vietnam’da 1954-1975 yılları arasındaki Amerikan işgali sırasında 2.594.000 sivil ile 58.220 Amerikan askeri hayatını kaybetmiştir. 153.303 kişinin ağır yaralandığı savaşta 23.214 kişi %100 bedensel engelli olarak hayatına devam etmek zorunda kalmıştır. Vietnam topraklarında biten savaş, savaşa maruz kalan insanları içinden çıkılmaz bunalım ve travmalara sürüklemiştir. Bu bağlamda yapılan araştırmalara göre, 70.000 ile 300.000 arasındaki Vietnam gazisi intihar etmiş, 700.000 gazi ise psikolojik travma geçirmiştir.[26]
ABD, 11 Eylül tarihinde yaşadığı İkiz Kuleler saldırısını bahane ederek İngiltere’yle birlikte Afganistan’ı işgal etmiş ve bu bölgede de onarılamaz yıkımlara sebep olmuştur. Uluslararası hukuka aykırı olan bu işgalde, ABD ve NATO askerleri özellikle sivilleri hedef almış ve öldürdükleri Afganların cansız bedenleriyle fotoğraflar çektirerek gayriinsani tavırlarını belgelemekten de geri durmamışlardır.[27]
Washington Post muhabirlerinden Dana Priest ve William M. Arkin’in yazdığı bir kitapta yer alığına göre, 1980 senesinde Amerika’da gizli bir suikast timi kurulmuştur. JSOC kısaltmasıyla bilinen bu tim doğrudan Beyaz Saray’dan emir almaktadır. İnsanlara işkence etmek, onları aç bırakmak ve aradıkları kişileri teslim olmaya zorlamak için kişilerin eş ve çocuklarını kaçırmak gibi her türlü hukuksuzluğa başvuran tim, 2008-2009 senesinde 1.500 Afgan vatandaşını yargısız biçimde infaz etmiştir.[28]
ABD’nin hukuksuzlukları 2003 senesinde diktatör olduğunu iddia ettiği Saddam rejimini devirmek amacıyla Irak’a girmesiyle daha da katlanmıştır. Irak topraklarına demokrasi, özgürlük ve adalet götürmek için yola çıktığını iddia eden ABD, o topraklara zulüm ve yıkımdan başka hiçbir şey götürmemiştir. Bütün bunların sonucunda da DAEŞ olarak bilinen örgütün kurulup büyümesi için gerekli ortam oluşmuştur. ABD, Irak’ta 1 milyon insanın hayatını kaybetmesine, ülkedeki alt ve üst yapının kullanılmaz hale gelmesine, 4 milyondan fazla insanın topraklarından göç etmesine, savaş sırasında ailesini kaybeden 5 milyona yakın çocuğun yetim kalmasına sebep olmuştur.[29]
"Tarih sayfaları, bugün dünya siyasetine yön veren küresel güce sahip Batılı devletlerin siyasi, ekonomik, stratejik çıkarlarını gerçekleştirmek maksadıyla kan gölüne çevirdiği bölgelerin ve ülkelerin dramlarıyla doludur."
Adı sık sık katliam ve soykırımlarla anılan ABD, aynı zamanda dünyanın en büyük silah satıcılarından biridir.[30] 1991’de sona eren Soğuk Savaş’tan bu yana en yüksek orana ulaşan dünyadaki silah ticareti içinde ABD’nin payı %33’tür.[31] Dünya üzerinde 100’den fazla ülkeye silah satan Amerika, elindeki silahların neredeyse yarısını Ortadoğu’ya ihraç etmektedir.[32] 2009 senesinde başkanlık koltuğuna oturan ve sekiz sene boyunca âdeta bir barış havarisi imajı çizmeye çalışan Barack Obama döneminde, ABD, Ortadoğulu müttefiklerine 278 milyar dolardan daha fazla silah satışı gerçekleşmiştir. Bu rakam bir önceki başkan George Bush dönemindekinin hemen hemen iki katıdır. Sadece 2016 senesinde Ortadoğu’ya akan silah ihracatının rakamsal karşılığı 33,6 milyar dolardır.[33] ABD’nin silah satışı yaptığı bu bölgelerde sivil hayatın tehdit altında olduğu ve bölgenin her geçen gün daha da istikrarsızlaştığı gerçeği de herkesin malumudur.
ABD’nin büyük insani trajedilerin yaşandığı Suriye’de PYD ve DAEŞ gibi terör gruplarına istihbarat ve lojistik destek sağladığı da bilinmektedir.[34] 2017 yılında yapılan bir habere göre, Amerikan yönetimi YPG terör örgütüne 70 TIR dolusu silah göndermiştir. Ağustos ve eylül aylarında da bölgede görev yapan bazı muhabirlerin bildirdiğine göre, 330 Amerikan kamyonu daha PKK/PYD’ye ulaştırılmıştır.[35] Oysa teröre destek vermek, tıpkı savaşta kitle imha silahları kullanmak gibi uluslararası hukuka aykırı bir fiildir.[36] Her konuda olduğu gibi bu konuda da hukuk kurallarını görmezden gelen Amerika, 2001 yılında terörizmle savaş bahanesiyle Afganistan ve Irak coğrafyalarında yaptığı gibi bu dönemde de Suriye’deki terörist yapılanmaları kendi çıkarları doğrultusunda desteklemektedir.[37]
15 Temmuz’da Türkiye’de yaşanan başarısız darbe kalkışmasının baş sorumlusu F. Gülen’in Türkiye’ye iadesi noktasında da pürüzler çıkaran ABD, 1970 yılında ABD ve Türkiye arasında imzalanmış olan suçluların iadesi anlaşmasına[38] rağmen darbecileri korumayı sürdürmektedir. ABD’nin uluslararası hukuka aykırı bir diğer skandalı ise, usulsüz istihbarat elde etmeye çalışırken Merkel de dâhil olmak üzere 19 Avrupa devlet yöneticisini gizlice dinlediğinin ortaya çıkmasıdır.[39]
ABD, BM daimi üyesi sıfatını kullanarak uluslararası barışa yönelik tehditleri kendi çıkarlarına göre manipüle etmektedir. Örneğin, Filistin on yıllardır İsrail işgali altındadır. BM tarafından hazırlanan bir rapora göre, sadece 2014 yılında İsrail askerleri Gazze’de 2.104 Filistinliyi katletmiştir. Öldürülenlerin 495’i çocuk, 253’ü kadın olmak üzere 1.492’si sivildir.[40] Yapılan korkunç saldırılar sonucu 10.000’den fazla sivil de ağır yaralanmıştır. Binlerce insanın barınaklarda yaşadığı ve acil insani yardıma ihtiyaç duyduğu Filistin’de yüzlerce okul ve hastane İsrail askerleri tarafından mütemadiyen bombalanmakta, yakılıp yıkılmaktadır.[41] Gerçekleştirdiği bütün bu ağır hak ihlallerine karşın, ABD, her defasında İsrail’i kınama kararlarını dahi veto etmiş ve koşulsuz şartsız İsrail’in yanında olmuştur.[42] Filistin karşısında İsrail’in kendisini savunma hakkı olduğunu açıklayan Amerikan yetkilileri, Filistinli siviller üzerine roketler yağdıran İsrail’i her koşulda desteklemeye devam etmektedir.[43] Öyle ki, Washington yönetimi, 2011 senesinde BM’ye üyelik başvurusunda bulunan Filistin’i[44] cezai yaptırım uygulamakla tehdit etmiş;[45] Filistin’i üyeliğe kabul eden BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’ne (UNESCO) bağış yapmayı kesmiştir.[46] Ayrıca Filistin’in BM’ye üyeliğinin desteklenmesine sıcak bakan Bosna-Hersek Üçlü Devlet Başkanlığı Konseyi’ne de tehditlerde bulunmuştur.[47] Amerikan hükümetinin bu konudaki tehditleri Trump yönetiminde de aynen devam etmektedir.[48]
2011 yılında başlayan Arap Baharı’nın Batılı ülkelerin müdahalesi ile kısa sürede iç savaşlara dönüşmesi sonucu yüz binlerce insan hayatını kaybetmiş, milyonlarca insan da ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Bir özgürlük hareketi olarak başlayan ancak birçok coğrafyada kanlı savaşlara dönüşen Arap Baharı sonrası Mısır’da Mübarek yönetimi devrilmiş,[49] Muhammed Mursi yapılan demokratik bir seçimle cumhurbaşkanlığına getirilmiştir. Ancak ülkede yıllar boyu süren istikrarsızlığa kısa sürede çözüm üretemeyen ve siyasi alanda pek de tecrübeli olmayan Mursi, 2013 yılında Abdulfettah es-Sisi tarafından yapılan kanlı darbe ile tutuklanmıştır.[50] Demokrasi havariliği yapan Batılı ülkeler ve özellikle Washington yönetimi, Mısır halkı tarafından seçilen Muhammed Mursi’nin hukuksuz bir şekilde yönetimden indirilmesini darbe olarak tanımamış, hatta bu hukuksuzluğu görmezden gelerek darbe yönetimine 1,3 milyon dolarlık askerî mühimmat ve teçhizat yardımıyla 250 milyon dolarlık ekonomik yardımda bulunmuştur. Mursi yönetimindeki Mısır’ın kendisinden uzaklaşacağını düşünen ABD, ülkeyi kendisine daha yakın olan askerî vesayet altında kontrolünde tutabileceği düşüncesiyle hareket etmiştir.[51] Uyguladığı bu politika Amerika’yı bir kere daha insani, ahlaki ve hukuki yönden sınıfta bırakmıştır. Küresel alandaki insan hakkı ihlalleri saymakla bitirilemeyecek olan ABD; Pakistan, Libya Somali, Afganistan ve Yemen’e de insansız hava araçlarıyla saldırılar düzenlemiştir. Bu saldırılar sonucunda Pakistan’da 2004-2009 yılları arasında 129’u çocuk olmak üzere 595 kişi hayatını kaybetmiş, 277 kişi ağır yaralanmıştır. 2009-2016 yılları arasında Pakistan’a yönelik drone saldırılarının şiddetini sekiz kat artıran ABD, bu dönemde toplam 373 insansız hava saldırısı gerçekleştirmiştir. Bu saldırılarda 78’i çocuk toplam 3.406 kişi ölmüştür. Ağır yaralananların sayısı ise 1.476’dır. 2001-2017 arasında ABD tarafından düzenlenen saldırılarda Somali’de 626; Yemen’de 58’i çocuk 1.931 kişi hayatını kaybetmiştir. Afganistan’da 2015-2017 yılları arasında yapılan Amerikan hava saldırıları sonucunda ise 50’si çocuk 4.174 kişi ölmüştür.[52]
Amerika, 2011 senesinde Muammer Kaddafi yönetimindeki Libya’ya “ülkedeki sivillerin korunması için gerekli tüm tedbirlerin alınması” gerekçesiyle NATO ile birlikte müdahalede bulunmuştur. Ülke, Kaddafi devrilinceye kadar havadan bombardımana tutulmuştur. BM’nin çok tartışılan Libya’ya insani müdahale kararında büyük pay sahibi olan ABD, burada da binlerce sivilin hayatına mal olan politikalarını sürdürmüştür. Kaddafi’nin devrilmesinden bu yana Libya’daki iç savaşta 5.000 kişi hayatını kaybetmiş, ülke ekonomisi çökmüş, bölgedeki petrol alanları bir ara DAEŞ tarafından işgal edilmiştir. Bu yaşananlardan büyük zarar gören halkın bir kesimi otoriter bir yönetici olan Muammer Kaddafi dönemini bu yaşananlara tercih ettiklerini ifade etmektedir.[53]
Modern Batı’nın Ortadoğu’daki savaşlarının bilançosu çok ağırdır. Bu coğrafyalarda hayatını kaybeden insanların büyük çoğunluğunu ne yazık ki her zaman Müslümanlar oluşturmaktadır.
Küresel düzlemde insan hakları ihlalleri yapan tek devletin ABD olduğunu söylemekse mümkün değildir. Dünyanın en gelişmiş ekonomisi olarak kabul edilen Almanya da insan hakları ihlalleri noktasında ABD’den geri kalmamaktadır. 1904-1908 yılları arasında Afrika’ya giden sömürgeci Alman kolonisi, Nama ve Herero kabilelerinin %80’ini katletmiştir. Bu, Almanya’nın tarihin tozlu sayfaları arasında sıkışıp kalmış ilk soykırımıdır;[54] daha büyük ve daha geniş çaplı olanı ise 1933-1945 yılları arasında gerçekleşecektir. 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan ve Versay Antlaşması’nın ağır şartları altında ezilen Almanya’da bu anlaşmanın hükümlerinin ortadan kaldırılması ve Alman ırkının üstün olduğu fikrini savunan Hitler, 1933 yılında iktidara gelmiştir.[55]
İktidara geldiği andan itibaren Yahudi ve komünist karşıtı politikalar izleyen Hitler, 2. Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep olmuştur. Bu savaştan da yenilgiyle çıkan Almanya, diğer Batılı ülkelerle birlikte 70 milyondan fazla insanın ölümüne sebep olmuştur.[56] Almanya tarihi; işkence ve gaz odaları, ari ırk elde edebilmek için zorla kısırlaştırılan kadın ve erkekler, zekâ geriliği, şizofreni yahut epilepsi hastası oldukları gerekçesiyle öldürülen insanlarla doludur.[57] İnsanların eşit olmadığı fikrine dayanan ve bu bağlamda sadece Yahudilere karşı değil Romanlara yönelik de soykırım yapan Almanya, ABD ve İngiltere’de geliştirilen eugenic (öjenik) biliminden etkilenmiştir.[58] Tanım itibarıyla öjenik; insan ırkının sağlıksız ve kötü bireylerinin ayıklanması ve çiftleşmenin düzenlenmesi yoluyla ıslahıdır.[59] Bu korkunç zihniyet, binlerce Roman’ın gettolaştırılmasına, ardından Nazilerce ölüm kamplarına gönderilmesine neden olmuştur. Holokost esnasında 250.000 ila 500.000 Roman, Nazi Almanya’sı tarafından işkenceyle katledilmiştir.[60]
"Tarihi boyunca ırkçı eğilimler gösteren ve muhtelif katliamlara imza atan Almanya, bugün de bu eğilimini farklı şekillerde sürdürmektedir."
Tarihi boyunca ırkçı eğilimler gösteren ve muhtelif katliamlara imza atan Almanya, bugün de bu eğilimini farklı şekillerde sürdürmektedir. 2011 yılında Berlin ve Riyad arasında birkaç milyar avroluk bir silah anlaşması imzalanmıştır. Yine 2012 senesinde Almanya Suudi Arabistan’a 1,24 milyar avroluk askerî teçhizat sağlamıştır. Krauss-Maffei Wegmann isimli bir Alman savunma şirketi, Katar ile 1,89 milyar avro değerindeki sözleşmeye imza atmıştır.[61]
Alman Hükümeti, Suudi Arabistan dışında Cezayir ve Güney Kore’ye de silah satışı yapmaktadır. Hâlihazırda ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar içerisinde bocalayan bu bölgelerdeki çatışmalar, yapılan silah satışlarıyla daha da körüklenmektedir.[62] Londra’daki bir araştırma enstitüsünün ortaya koyduğu verilere göre, savaş kurbanlarının sayısı önemli ölçüde artmıştır. Savaşlarda ölenlerin sayısı 2008’de 56.000’den 2014’te 180.000’e yükselmiştir. Ayrıca 2013 yılında mülteci sayısı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra en yüksek seviye olan 50 milyonun üstüne çıkmıştır.[63] İnsanlık için içler acısı olan bu durumun Alman hükümeti tarafından hiçbir surette önemsenmediği ise, çatışma bölgelerindeki devletlerle yapmış olduğu silah ticaretlerinden anlaşılmaktadır. Ayrıca Berlin Hükümeti’nin askerî harcamalarını arttırmayı ve 5.000 kişiyi daha ordusuna dâhil etmeyi planladığı da bilinmektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yıllarca yurt dışındaki askerî misyonlara katılmaktan çekinen Almanya, bugün Afganistan, Mali gibi ülkelerde askerî anlamda yayılmacı bir siyaset izlemektedir. Irak ve Suriye’de senelerdir devam eden vekâlet savaşlarına bölgedeki silahlı gruplara destek sağlayarak taraf olmaktadır.[64] Ayrıca NATO’nun ilhak edilen Kırım ve Ukrayna hususunda Rusya’ya yönelik “caydırıcı güç” olarak planladığı askerî sevkiyatın da bir parçası olan Almanya, Litvanya’ya 1.000’den fazla savaş gücü göndermiştir.[65] Son dönemde savunma bütçesini artıran Almanya’nın çıkarlarını korumak adına savaşçı bir siyasete doğru kaydığı görülmektedir.
Amerika gibi Almanya da istihbarat faaliyetlerini çoğu zaman hukuksuz yollardan yürütmektedir. ABD istihbaratı tarafından cep telefonunun dinlendiği ortaya çıktığında Beyaz Saray’ı en sert şekilde eleştiren Alman Şansölyesi’nin de 80 ülkeyi gizlice dinlemeye aldığı ortaya çıkmıştır. Dinlenilen ülkeler arasında Türkiye de bulunmaktadır.[66] Usulsüz istihbari faaliyetlerinin yanı sıra Almanya, Mısır’daki darbeci yönetimle de güvenlik alanında iş birliği yapmaktadır. Alman ve Mısır hükümetleri arasındaki güvenlik ve iş birliği anlaşması, Şubat 2017’de Mısır, Nisan 2017’de de Alman parlamentosu tarafından onaylanmıştır.[67]
Mısır’da polise ve ulusal güvenlik güçlerine ülkedeki muhalif gruplar ve siviller üzerinde kullanılmak üzere Devlet Başkanı Sisi tarafından işkence yetkisi verildiği bilinirken[68] ve ülke, keyfî tutuklama ve cebri kaybolmalarla sık sık gündeme gelirken iki ülke arasında bu içerikte bir anlaşmanın imzalanmış olması; modern, demokratik ve gelişmiş olduğu iddiasındaki Batılı ülkelerin gerçek yüzlerini ortaya koymaktadır. Yine 2. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca Yahudi’yi işkence ederek öldüren Almanya, bugün İsrail’le önemli silah anlaşmaları yapmaktadır. Mart 2008’de İsrail parlamentosunda konuşan Merkel, İsrail’in güvenliğinin tartışmaya açık olmadığını söylemiştir. Eski sol Sosyal Demokrat Partili Gerard Schröder de; “İsrail, güvenliğini korumak için ihtiyaç duyduğu her şeyi alacaktır.” demiştir. Almanya, İsrail ile gerçekleştirdiği bu anlaşmanın ayrıntılarını kamuoyuna açıklamamıştır. Ancak anlaşma ile Alman silah tüccarlarının İsrail’e hem ağır silahlarla hem de nükleer silahlarla donatılabilen denizaltıların satışını yaptığı belirtilmektedir. Filistin’de sistematik bir soykırım uygulayan İsrail için nükleer silahlarla donatılabilen bu denizaltılar hayati önem taşımaktadır.[69] İsrail’e yıllardır destek veren Almanya, İsrail saldırılarında hayatını kaybeden Filistinliler için ise kınama dışında bir siyaset izlememektedir.
Küresel sistemde insan haklarını ihlal eden bir diğer devlet de Fransa’dır. Fransa, 1832 yılından itibaren 132 yıl boyunca Cezayir topraklarını işgal etmiştir.
Fransa, “medeniyet götürme” iddiasıyla işgal ettiği Cezayir’de sistemli bir soykırım uygulamış ve ülkede en az 1,5 milyon insanı katletmiştir. 19 ve 20. yüzyıllarda işgal edilen bu bölgelerin kıymetli yer altı kaynakları ve tarım alanları Fransızlarca gasp edilmiştir. Ancak bölgenin Fransız sömürgesine maruz kaldığı bu döneme ilişkin tarihini de Fransızlar yazdığı için, ne buralarda hayatını kaybeden insan sayısına ne de çalınan ekonomik varlıklara ilişkin kesin rakamlar tam olarak bilinebilmektedir.[70] 1994 senesinde Ruanda’da yaşanan soykırımın temelini de yine Fransızlar atmıştır. Yoksulluk içerisinde kıvranan halklar arasında izlenen ırkçı siyaset, bölgede 1 milyondan fazla insanın 100 gün gibi kısa bir süre içerisinde can vermesine neden olmuştur. Sokakların kan gölüne döndüğü Ruanda’daki soykırım senelerdir bölgeyi sömüren güçlerin siyasi ve ekonomik çıkarlarının bir sonucu olarak görmezden gelinmiştir.[71] Ruanda’da gerçekleşen korkunç katliam, sadece menfaatleri gerektirdiğinde demokrasiden yana tavır alan Batı’nın ve Fransa’nın alnında kara bir leke olarak tarihe geçmiştir. Fransa, Arap Baharı sonrasında Libya’da yaşanan insani dramın da müsebbiplerindendir. Tarihte İtalyanlara karşı kaybettiği Libya’da bir prestij savaşı veren Fransa, 50.000’den fazla insanın ölümüne sebep olmuştur.[72]
Avrupa’da pasif kaldığını düşünen Fransa, Suriye’deki savaşta da ABD ve İngiltere’nin yanında yerini almıştır.[73] Fransa bugün Mali, Moritanya, Burkina Faso, Nijer ve Çad’da toplam 3.000 asker bulundurmaktadır.[74] Yıllarca nice sömürülere ve katliamlara şahitlik eden bu topraklardaki terör örgütleri de Batı’nın bizzat kendi eliyle yarattığı canavarlardır. Bu canavarlarla mücadele kisvesi altında Fransa, Afrika toprakları üzerindeki iktisadi ve siyasi çıkar mücadelesini sürdürmektedir. Tıpkı diğer Batılı güçler gibi insan hakları, eşitlik, demokrasi ve terörizmle mücadele söylemlerinin arkasına sığınan Fransızlar da sebep oldukları katliamlarını bahsi geçen kılıflar altında meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bir yandan terörle mücadele iddiasını sürdüren Fransa diğer yandan Suriye’de PKK ve YPG terör örgütlerine mensup teröristlere silahlı eğitimler vermektedir.[75] Hatta, Ankara’nın tepkisine rağmen Fransa lideri Françoise Hollande bu örgüt mensuplarını makamında ağırlamaktan dahi çekinmemiştir.[76] AB’nin terör listesinde yer alan PKK, büyük bir tezat olarak başta Almanya olmak üzere Fransa’da da oldukça aktiftir. Fransa, PKK terör örgütü sempatizanlarının ülkesi içerisinde propagandalar ve protestolar düzenlemesine izin vermektedir.[77] Yani Afrika’da terör örgütleriyle mücadele eden Fransa(!) ülkesi içerisindeki terörist grupların faaliyetlerine gönül rahatlığıyla göz yumabilmektedir.
"Ruanda’da gerçekleşen korkunç katliam, sadece menfaatleri gerektirdiğinde demokrasiden yana tavır alan Batı’nın ve Fransa’nın alnında kara bir leke olarak tarihe geçmiştir."
Fransa bu ikiyüzlü tutumunu Ermeniler üzerinden de devam ettirmektedir. Ülkesi içerisindeki Ermenilerin oylarını garantileyebilmek için sözde Ermeni Soykırımı’nı 2001 senesinde tanımıştır.[78] Fransız Cumhurbaşkanı Hollande, seçimlerde Ermeni asıllı vatandaşların oylarını alabilmek için Türkiye’nin AB üyeliğinin Ermeni soykırım iddiasının kabul edilmesine bağlanması gerektiğini savunmuş, bu anlamda Türkiye’ye sözde soykırımı kabul etmesi yönünde baskıda bulunmuştur.[79] Fransa’nın kendi karanlık tarihine sırt çevirerek bu sözde soykırımın çığırtkanlığını yapması, büyük bir riyakârlık olarak görülmektedir. ABD ve Almanya’nın yaptığı gibi Fransa’nın da yaklaşık 40 ülkenin elektronik haberleşmesini deniz altına kurduğu fiber optik kablolar aracılığıyla usulsüz olarak izlediği ortaya çıkmıştır.[80]
Batı’nın önde gelen ülkelerinden İngiltere’nin de insan hakları karnesi pek parlak değildir. 1922 yılına gelindiğinde dünya nüfusunun beşte birini ve dünyadaki toprak alanlarının dörtte birini yöneten İngiltere, sömürgeleştirdiği coğrafyalardaki milyonlarca insanın imparatorluk birlikleri tarafından zalimce katledilmelerine yahut açlıktan öldürülmelerine sebep olmuştur. İngiliz İmparatorluğu ayrıca, işgal ettiği topraklardaki insanları köleleştirmiş ve bu insanların ticaretini yapmıştır. Sömürgesi altında yaşayan insanları haksız yere hapse atmış ve onlara akıl almaz işkenceler uygulamıştır.[81] 19. yüzyılın sonlarında İngiliz sömürge idaresi altındaki Hindistan’da 29 milyon insanın açlık sebebiyle hayatını kaybettiği bilinmektedir.[82] İngiltere’nin acımasız ve insanlık dışı politikalarının kurbanı olan Hindistan’da sadece 1947 yılında milyonlarca insan ölmüş, 13 milyon kişi yerlerinden edilmiş, milyarlarca rupi değerindeki mülk tahrip edilmiştir.[83] Bugün İngiltere’de hâlâ bazı gruplar, akıllara durgunluk veren bu işkence geçmişiyle gurur duymaları gerektiğini dillendirmektedirler.[84]
Soğuk Savaş’tan bu yana Afganistan ve Irak dâhil olmak üzere birçok stratejik noktaya askerî müdahalede bulunan İngiltere, tek kuruş insani yardım yapmazken saldırılar için 34,7 milyar avro harcamıştır.[85] Yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği Irak’ta işgalci güç ABD’nin hemen arkasında yer alan İngiltere’de yayımlanan Chilcot raporunda, söz konusu işgalin hukuksuz olduğu dile getirilmiştir. Raporda İngiltere’nin barışçıl bütün yolları tüketmeden bu işgale katıldığının altı çizilmiştir.[86] Uluslararası hukukun temel kurallarının ihlal edildiği bu savaşta, Iraklı siviller cinsel istismar, şiddet, işkence, toplu yok etme ve öldürülme gibi türlü insanlık suçlarına maruz bırakılmıştır.[87]
2016 yılında aldığı Brexit kararıyla AB’den ayrılan İngiltere, bugün farklı ülkelere doğrudan müdahalede bulunmuyor gibi görünse de aslında bu manzara yanıltıcıdır.[88] İngiltere, kriz veya savaş içindeki Ortadoğu ülkeleriyle yoğun bir silah ticareti yürütmektedir. Almanya, Fransa ve ABD’den sonra İngiltere’nin de Gazze’de yaşanan drama sırtını çevirdiği ve İsrail’e silah satışına kesintisiz devam ettiği bilinmektedir.[89] Kısacası İngiltere, bizatihi müdahalede bulunmasa bile el altından çatışmaların yoğun olduğu bölgelerdeki tansiyonu yükseltmeye devam etmektedir.
Nefret, İslamofobi ve Irkçılık
Batı’nın İslamofobik eğilimleri, dünyadaki yaygın kanaatin aksine, 11 Eylül öncesine dayanan bir süreçtir. Katolik Kilisesi her zaman İslamiyet’in Yahudiliğin ve Hristiyanlığın bitirilmesi için kurgulanmış bir inanç olduğu yönündeki söylemleriyle Hristiyan halkı Müslümanlara karşı kışkırtan bir siyaset izlemiştir. Soğuk Savaş döneminden sonra da kendi toplumlarını bir arada tutmak isteyen Amerikalı ve Avrupalı hükümetlerin hayali bir düşman yaratma ihtiyacı, Batı’daki anti-İslamizm olgusunu hararetlendirmiştir. 11 Eylül ise Batı’da hâlihazırda var olan İslamofobik düşüncenin ayyuka çıkmasına neden olmuştur.[90]
Avrupa’da büyüyen en önemli toplumsal sorunlarından biri de ırkçılıktır. Irkçılığın tarih boyunca devletleri felaketlere sürüklediği -Hitler ve Mussolini gibi örneklerden yola çıkıldığında- tarihsel tecrübeyle sabittir. Bir bireyin, topluluğun, ırkın, etnik grubun hedef gösterilerek ötekileştirici ve dışlayıcı bir tavırla karşılaşması şeklinde ifade edilebilecek olan nefret söylemi de modern Batı’nın içinde bulunduğu fikirsel açmazlardan biridir.
Almanya’da, yaşanan mülteci göçleri sonrasında artan Müslüman nüfusa yönelik ırkçı saldırılara her geçen gün yenileri eklenmektedir. Yapılan bir araştırmaya göre 2017 yılının ilk çeyreğinde Almanya’da saldırıya uğrayan Müslüman sayısı 200’den fazladır. Ayrıca posta ve telefon yoluyla da Müslümanların taciz ve tehdit edildiği ülkede Müslüman kadınlar tesettürleri nedeniyle aşağılanmakta ve Müslümanların evleri ve özel mülkleri tahrip edilmektedir.[91] Almanya’da yükselen aşırı sağın etkisi altında kalan gruplarca gerçekleştirilen bu eylemlerde birçok Müslüman fiziksel ve psikolojik zarar görmektedir. 2017’nin Nisan ve Haziran ayları arasında tam 16 Alman kökenli Müslüman, İslamofobik saldırılar neticesinde ağır yaralanmıştır.[92] Batı’daki İslam karşıtlığının bir ürünü olarak Almanya’da ortaya çıkan PEGİDA grubuysa ülke içerisinde sık sık İslam karşıtı ve Müslüman mültecilere yönelik eylemler yapmaktadır.[93] Irkçı yaklaşımlarıyla sürekli gündeme gelen Alman AFD partisiyle Almanya’da yaşayan Müslümanlar arasındaki tansiyon da günden güne artmaktadır. 2017 senesinden önce Müslümanlara yapılan bu saldırıları “ırkçılık” kategorisinde değerlendiren Almanya yönetimi ise, bugün bahsi geçen suçları “İslam karşıtlığı” serlevhası altında değerlendirmektedir. Toplum içerisindeki Müslümanların bu şekilde aşağılanıp dışlanmasının artık normal karşılandığı Almanya’daki Müslüman bireyler, ciddi maddi ve manevi risk altındadır.[94] 2016 yılında yayınlanan bir raporda, Almanya’da 91 camiye saldırı düzenlendiği belirtilmektedir. Raporda, bahse konu eylemlerin 2015 senesinde ülkeye gelen 890.000 mülteciye karşı olan kişilerce düzenlendiğinin altı çizilmiştir.[95]
4 milyon Müslüman nüfusun yaşadığı Almanya’da, Alman Nasyonalist Partisi Müslümanların özgürlüklerinin kısıtlanması gerektiğini savunmaktadır. İslamiyet’in Almanya’ya ait olmadığını dile getiren parti, anti-İslamist ve ırkçı bir grup olan PEGİDA’yla da iş birliği yapmaktadır.[96] Ortadoğu’nun içerisinde bulunduğu kanlı savaşlardan kaçarak Almanya’ya sığınan mülteciler de ülkedeki bu ırkçı, İslamofobik ve yabancı düşmanlığı zihniyetinden nasibini almaktadır. Örneğin, Almanya’nın iki eyaletinde sığınmacıların para ve değerli eşyalarına el konulduğu ortaya çıkmıştır. Mültecilerin barınmaları için yapılan sığınma yurtlarında kadınlar, yurtlardaki yetkililer tarafından tacize uğradıklarını dile getirmişlerdir. Ülkede ayrıca 1,1 milyon sığınmacıdan 130.000’inin kayıp olduğu belirtilmektedir. Bunlardan on binlercesinin çocuk olduğu ve organ mafyalarının eline geçmiş olabileceği düşünülmektedir. Ne yazık ki bu kayıpların bulunması noktasında Alman güvenlik birimleri hiçbir şey yapmamaktadır.[97] Benzer bir şekilde İtalya’da 5.000, İsveç’te de 1.000 mülteci çocuğun nerede olduğu bilinmemektedir. Avrupa’da bu kayıp çocukların insan ticaretinin öznesi haline getirildiğine dair yaygın bir endişe hâkimdir.[98] Yaklaşık 80 milyon nüfusa sahip Almanya’da mültecilere yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet eylemleri günden güne artmaktadır. 2016 yılında ülkede mültecileri hedef alan 3.500 saldırı yapılmıştır. Bu saldırılar neticesinde yüzlerce kişi yaralanmıştır. Saldırıların 2.545’i bireysel nitelikteyken 988’i doğrudan göçmenlerin yaşadığı yerleri hedef almıştır. Saldırıların 420’si fiziksel, 1.380’i sözlü, 750’si kundaklama ve özel mülkü tahrip etme şeklindedir. 560 mültecinin fiziksel zarar gördüğü saldırılarda 50’ye yakın çocuk yaralanmıştır. 217 saldırıda da Suriye Savaşı’ndan kaçarak Almanya’ya sığınan mülteciler için çalışan STK temsilcisi ve gönüllüler hedef alınmıştır.[99]
23 Haziran’da AB’den ayrılma kararı alan İngiltere’de de ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobik söylemlerde artış görülmektedir. Birçok yerli ve yabancı kişi için korkunç bir ülke haline gelen İngiltere’nin kalbi Londra’da Türkiye vatandaşı olan bir turist grubuna sözlü tacizlerde bulunulmuştur. 2015 yılında elde edilen bazı veriler, 13-18 yaş arasındaki beyaz erkeklerin aşırı sağ kanada kaydığını göstermektedir.[100] Bütün dünyada olduğu gibi İngiltere’de de ırkçı ve İslamofobik söylemlerin hızlı yayılmasının temel araçlarından biri sosyal medyadır.
Bu mecralardaki ırkçı ve İslamofobik söylemlerin birçoğu Müslüman kadın ve kız çocuklarını hedef almaktadır. Hakarete varan sosyal medya paylaşımlarındaki ortak dilse İngiliz olmayan bütün etnik kimliklerin ülkeyi terk etmeleri yönündedir.[101] İngiltere’deki nefret suçları gitgide kontrolden çıkmaktadır. Ülkede hazırlanan bir rapora göre, 2016 Temmuz’unda 3.886 olan ırkçı ve İslamofobik saldırıların sayısı %41 oranında artarak son bir yılda 5.468’e yükselmiştir.[102] İngiltere’de yükselen bir eğilim gösteren İslamofobi, bu ülkedeki Müslümanların iş hayatında da zorluklar yaşamasına sebep olmaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre dinî kimliklerinden ötürü birçok Müslüman tam zamanlı iş bulamamaktadır. Eğitim alanında etkileyici sonuçlara imza atan, iş etiği ve ahlakı noktasında oldukça başarılı oldukları kaydedilen Müslümanların yalnızca %6’sı profesyonel işlerde çalışabilmektedir. Bazı araştırmalar, İngiltere’de yaşayan Müslüman kesimin yalnızca 16-74 yaş arasındaki %19,8’inin tam zamanlı işlerde çalışabildiğini göstermektedir.[103] İngiltere’de Londra Köprüsü’nde yaşanan saldırıdan Müslümanları sorumlu tutan bir grup saldırgan, Müslümanlara yönelik sürdürdükleri şiddet eylemlerini beş kat arttırmıştır.[104] Örneğin, Londra’da üniversite öğrencisi genç bir kadın, sayıları 8 ila 10 arasında olduğu kaydedilen bir grup genç tarafından “terörist”, “katil” gibi hakaretlerle sözlü saldırıya uğramıştır.[105] Bugün İngiltere’de birçok Müslüman kadın bu tür aşağılayıcı hakaretlere ve tavırlara maruz kalmaktadır. İngiltere’de bir konser esnasında yaşanan silahlı terör eylemi de Müslümanlara yönelik İslamofobik saldırıların %500 oranında artmasına sebep olmuştur. Söz konusu terör saldırısının ardından 224 anti-İslamist saldırı rapor edilmiştir.[106] Ülkenin Müslüman kimlikli vatandaşlarına yönelik 1.000’in üzerinde fiziksel ve psikolojik saldırı düzenlenmiş ancak bunların birçoğu resmî tutanaklara yansımamıştır.[107]
Uluslararası mecrada, silah satışları ve doğrudan askerî müdahaleleriyle insan hakları ihlali bağlamında adından oldukça söz ettiren Fransa’da da ırkçı ve İslamofobik saldırılar günden güne artmaktadır. Paris’i sarsan kanlı saldırıların ardından 2015 senesinde ülkede olağanüstü hal ilan edilmiştir. 2015’ten bu yana devam eden OHAL, Fransa’da yaşayan vatandaşların sosyal özgürlüklerine kısıtlamalar getirmiştir. Birçok etnik ve dinî kimliğin bir arada yaşadığı Fransa’da anayasa, insanların din özgürlüklerini koruyucu bir nitelik taşımaktadır. Ancak OHAL sonrasında Fransız Hükümeti, Müslümanlara yönelik ötekileştirici ve ayrıştırıcı bir üslup takınmıştır. Müslüman kadınların bilhassa hedef alındığı ülkede, AİHM 2014 senesinde kamusal alanlarda burka giyilmesini yasaklayan kanunun uygulanmasına onay vermiştir.[108] Donald Trump’ın ABD’deki zaferi, Fransa’da da hâlihazırda yükselişte olan sağın tırmanışını hızlandırmıştır. Fransız Ulusal Cephe Partisi lideri Le Pen, 2010 senesinde yürüttüğü bir seçim kampanyasında kamusal alanda başörtüleriyle gezen yahut ibadet eden Müslümanların varlığını Nazilerin bir dönem Fransa’yı işgal ettiği zamanlara benzetmiştir. Bahsi geçen kışkırtıcı nitelikteki bu nefret söylemine yönelik davalar açılmış olsa da Le Pen, Lyon mahkemesince suçsuz bulunmuştur.[109]
"Batı’nın İslamofobik eğilimleri, dünyadaki yaygın kanaatin aksine, 11 Eylül öncesine dayanan bir süreçtir."
Fransa’da yaşayan göçmenler ve mülteciler de ülkede hâkim olan bu ayrıştırıcı ve ötekileştirici havadan muzdarip durumdadır. Paris’te 2.000’den fazla mülteci sokaklarda yatmaktadır. Beslenme, barınma, su dâhil hiçbir temel ihtiyaca erişimi olmayan binlerce insan, Fransız polisi tarafından şehirden apar topar çıkarılmıştır. Otobüslere doldurularak başka bir yere götürülen mültecilerin durumu hassasiyetini korumaya devam etmektedir.[110] Fransa’da yapılan bir araştırma, Fransız polisinin sokaklarda hayatlarını devam ettirmeye çalışan mültecilere yönelik şiddet kullandığını ortaya çıkarmıştır. 2017 yılında, Afganistan ve Eritre’den gelen mültecilerin kaldığı yere gelen polis, iddialara göre mülteci kadınlar ve çocuklar üzerinde göz yaşartıcı gaz kullanmış ve onları darp etmiştir. Savunmasız insanlara fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan Fransız güvenlik güçleri -7 derece soğukta, sokakta yatan mültecilerin battaniyelerini zorla almıştır. Barınacak ve gidecek hiçbir yeri olmayan mültecilerin %54’ü Fransız polisi tarafından şiddet gördüğünü söylemiştir.[111] Suriye’deki savaştan kaçarak Fransa’ya sığınan mültecilerden dolayı Müslümanlara yönelik anti-İslamist saldırıların oranında da artış yaşanmıştır. Bu bağlamda camiler kundaklanmış, duvarlara İslamiyet karşıtı grafitiler çizilmiş, Müslümanlar sözlü ve fiziksel saldırılara maruz kalmıştır.[112] Birçok provokatörün İslam karşıtı eylemler düzenlendiği Fransa’da Kur’an-ı Kerim dahi yakılmıştır.[113]
Bu ülkede baskı ve zulüm gören tek grup Müslümanlar değildir. 2015 yılında Fransa’nın en eski göçmen kampı olan Roma Kampı hiçbir uyarıda bulunulmaksızın yıkılmıştır. Tahmini rakamlara göre yaklaşık 20.000 Roman kökenli vatandaş Fransa sınırları içerisinde yaşamaktadır.[114] Cezalandırıcı ve yıkıcı politikalarıyla kendisinden olmayana zulmeden Fransa’da güvenlik güçleri, siyahi insanlara da sistematik olarak eziyet etmektedir. Yalnızca ten renkleri yüzünden birçok insan Fransız polisi tarafından ortada hiçbir sebep yokken tutuklanmakta, dövülmekte ve hakarete maruz kalmaktadır. Fransız polisinin bu insanlık dışı tutumu yüzünden her yıl ortalama 10-15 kişi uğradığı işkence ve şiddet dolayısıyla hayatını kaybetmektedir.[115] Fransız siyasilerse onlarca caminin yakıldığı ve yüzlerce insanın İslamofobik ve ırkçı saldırılara maruz kaldığı Fransa’daki bu insanlık dışı duruma, her defasında sessiz kalmaktadır.
Irkçılık, İslamofobi ve nefret söylemleri noktasında ABD’nin karnesi de Avrupa devletlerinden farklı değildir. Donald Trump’ın başkanlığa seçilmesinden sonra daha da artan aşırı sağın radikal söylemleri, bir yandan felç olmuş küresel ekonominin dişlileri arasında sıkışan yoksul insanların sayısını arttırırken bir yandan da Ortadoğu’dan ABD ve Avrupa ülkelerine göç eden mültecilerin hayatlarını çekilmez hale getirmektedir.[116]
FBI’ın açıkladığı verilere göre, 2015 senesinde Müslümanlara yönelik 257 nefret suçu işlenmiştir. Bu rakam 2014 yılıyla kıyaslandığında bu suçların %67 oranında arttığı görülmektedir. 2015 yılının Müslüman karşıtı şiddet eylemleri oranı, 2001’den itibaren en yüksek seviyeye ulaşmıştır.[117] Amerika’da iki kişi, başörtülü bir kadına hakaret eden adama engel olmak istedikleri için vahşice öldürülmüştür.[118] Ülkede İslamofobik ve ırkçı eğilimler gösteren birçok grup, camileri tahrip etmekte ve içeride bulunanlara yönelik saldırılar düzenlemektedir. 2017 senesinde Amerika’daki cami vandalizmi diğer yıllara kıyasla iki kat artmıştır.[119] Günün herhangi bir saatinde sokak ortasında birçok Müslüman hakarete uğramakta ve ABD’yi terk etmesi konusunda uyarılmaktadır. Ülkedeki ana akım medyanın Müslümanların terörist olduklarına dair yarattıkları algı yüzünden Müslümanlara karşı hayli öfkeli olan insanlar, sözlü taciz eylemlerini fiziksel şiddet eylemlerine dönüştürmektedir. ABD’de İslamofobi anlamında yaşanan bazı şeylerse trajikomik boyutlardadır. Örneğin, Texas’ta anti-İslamist zihniyet altında kurulan bir grup, ellerindeki silahların içerisini domuz kanıyla doldurarak Müslümanlara ve camilere ateş etmektedir. Philadelphia’da da bir başka grup, malum hayvanın başını keserek camilerin önüne atmaktadır. Irkçı ve İslamofobik düşüncenin esiri olan bu insanların İslami inançlara göre haram olan bu hayvanın kanıyla Müslümanlara saldırarak yahut kafasını cami önlerine fırlatarak ne elde etmeye çalıştıklarıysa muallaktır. Ayrıca pek çok Amerikalı, ten rengi koyu olan herkesin Müslüman, dolayısıyla da terörist olduğuna inanmaktadır. İslam dini Amerikalı siyasiler tarafından bir din olarak değil, şiddete meyyal bir ideoloji olarak pompalanmaktadır. Müslümanların Avrupa medeniyetini ve ABD’yi yıkacağına dair birçok komplo teorisi de Batılı aklı işgal etmektedir. Bu teorilerin birçoğu Amerika’nın yönetici elitleri tarafından dillendirilmekte olup toplum Müslüman karşıtı bir çizgiye bile isteye yönlendirilmektedir.[120] Amerika’da yaygınlaştığı iddia edilen Yahudi karşıtı propagandanın durdurulması gerektiğinin kararlılıkla arkasında duran Amerikan yönetimi, söz konusu maddi ve manevi her türlü şiddete uğrayanlar Müslümanlar olduğunda sesinin tonunu alçaltmaktadır.[121] Ayrıca adil ve herkesi kapsayıcı bir devlet olmaktan ziyadesiyle uzak olan Amerika’da ayrımcılığa maruz kalan tek grup Müslümanlar değildir.
Ülkede, toplumun asayişinden ve güvenliğinden sorumlu olan polisler dehşet saçmaktadır. 2015 senesinde 995 kişi polis tarafından vurularak öldürülmüştür. Bu rakamın 43’ünü kadınlar, 952’sini erkekler teşkil etmektedir. Siyahi Amerikan vatandaşların özellikle hedef alındığı ülkede vurularak öldürülenlerin 256’sının zihinsel bir rahatsızlığa sahip olduğu belirtilmiştir.[122] Washington Post’ta yayımlanan verilere göre, 2016 senesinde bu oran 963, 2017’de ise 815 olarak kaydedilmiştir.[123]
Bir başka kaynağa göreyse 2017 yılında polis şiddeti sebebiyle hayatını kaybedenlerin sayısı 815’ten daha yüksektir. Polisin insanlar üzerinde kullandığı öldürücü şiddete dikkat çekmek için açılan bir internet sitesinden elde edilen istatistiklere göre, Amerika’da neredeyse her gün en az bir kişi güvenlik güçlerinin silahından çıkan kurşunla hayatını kaybetmektedir. Aynı siteye göre hayatını kaybedenlerin sayısı 1 Kasım 2017 itibarıyla tamı tamına 996’dır.[124]
ABD’nin sözde huzur ve güvenliğinden sorumlu silahlı güçlerinin vukuatları bunlarla da sınırlı değildir. 2017 Nisan ayında Florida’da 10 yaşında otizmli olduğunun altı çizilen bir çocuk, okulda huzursuzluk çıkarttığı gerekçesiyle kelepçelenerek polis aracına bindirilmiştir. Korku ve endişeden fenalaşan çocuğun sağlığını hiçbir şekilde umursamayan Amerikan polisinin bu tutumu, ABD silahlı güçlerinin ülke içerisinde ne denli çığrından çıktığının somut bir örneğidir.[125]
Batı’nın Aile Krizi
Yukarıdan itibaren sıralanan siyasi krizler bir yana, bugün Batı’nın içinde bulunduğu en önemli krizlerden biri de sosyal yapıdaki bozulmadır. Toplumun temelini oluşturan ailenin korunması, Batı’nın kendi içinde çözüm bulması gereken en ciddi konulardan biridir. 1960’ların başlarına kadar geleneksel aile yapısına sahip olan Batılı ülkelerde günümüzde aile kurumunun bozulduğu ve evlilik oranlarının ciddi şekilde azaldığı görülmektedir. Sosyal, siyasal, fikrî ve ekonomik etmenler aile kurumunun yapısının ve içeriğinin bozulmasında etkili olmuştur. Bozulan aile yapısıyla birlikte, mevcut evliliklerin bitirilme oranları artarken doğum oranlarında da bariz bir azalma ortaya çıkmıştır.[126]
Boşanma oranlarında büyük artışlar yaşanan Batı toplumlarında evlilik dışı birliktelikler popüler kültür ve medya organlarının etkisiyle yaygınlaştırılmaktadır. Kadın ve erkeğin toplum içerisinde değişen rolleri ve aşırı bireyselleşme, bu gayrimeşru birlikteliklerin artmasına neden olmaktadır. Ayrıca insan hakları alanında faaliyet gösterdiğini iddia eden sivil toplum örgütleri de özgürlük söylemleri kılıfına sarılarak bu durumun normalleştirilmesi için uğraş vermektedir.[127]
Avrupa’da evlenmeden çocuk sahibi olan çok sayıda insan vardır. Evlilik dışı birlikteliklerin meşrulaştırılması bu durumu kolaylaştırmaktadır. Bununla birlikte aynı cinsiyetten insanların kurduğu sözde aileler de belirli tıbbi müdahalelerle yahut evlat edinme yoluyla çocuk sahibi olabilmektedir.[128] “Eşcinsellik başta HIV virüsü, pedofili, fuhuş ve madde bağımlılığı gibi hem beden hem ruh sağlığını hem de toplumsal sağılığı tehdit edip tehlikeye atan bir durum” olarak nitelendirilmektedir.[129] Bu perspektiften bakıldığında eşcinsel bireylerin çocuk sahibi olmalarının toplumun ve çocuğun sağlığına zarar verdiği görülmektedir. Ailenin çocuğun cinsel, fiziksel, sosyal ve duygusal gelişiminin tamamlandığı bir yer olduğundan hareketle aynı cinsiyete sahip bireylerin nezaretindeki çocukların cinsiyet bunalımı yaşama olasılığının diğerlerine kıyasla hayli yüksek olacağı muhakkaktır. Yapılan bir araştırmaya göre cinsel kimlik bunalımı yaşayan çocuk, topluma adapte olmakta zorlanmakta ve toplumsal kimliğinde yaşadığı karmaşadan ötürü eğitim hayatında da başarısız olmaktadır. Bununla birlikte bu tür ailelerde yetişen çocukların AIDS’e yakalanma, alkol ve uyuşturucu batağına düşme, aile içi şiddete ve cinsel saldırıya uğrama oranlarının normal ailelerde yetişen çocuklardan daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Bu çocukların geleneksel ailelerde yetişen çocuklara kıyasla intihara daha meyilli oldukları da araştırmada altı çizilen hususlardandır.[130]
Avrupa’da evlilik dışı doğum oranları günden güne artmaktadır. Estonya ve İzlanda’da bu oran %64’tür. İngiltere, Litvanya ve İsveç, evlilik dışı doğum doğum oranlarının en yüksek olduğu ülkeler arasındadır.[131] Fransa’da evlilik dışı çocuk sahibi olma oranı %55, Danimarka’da %49, Hollanda’da %45,3, Portekiz’de %42,8,.[132]
ABD’de de benzer bir durum söz konusudur. 2015 yılında Amerika’da 1.601.527 evlilik dışı doğum gerçekleşmiştir. Yani evli olmayan kadınların %40,3’ü evlilik dışı yollarla çocuk sahibi olmuştur.[133]
Evlilik dışı ilişkilerden doğan çocuklarda da eşcinsel çiftlerin ebeveynliğine maruz kalarak yetişen çocuklardakine benzer çeşitli psikolojik rahatsızlıklar görülmektedir. Bu çocuklar eğitim hayatından çalışma hayatına kadar toplumsal yaşamın her alanında çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Alkol ve uyuşturucu kullanma oranları da yüksek olan bu çocuklar, yaşadıkları yoğun duygusal kırılmalardan ötürü intihara da meyletmektedirler. Bu tarz sorunlara sahip çocukların sayısının arttığı Batı toplumları, hem fiziksel hem de psikolojik sağlık açısından ciddi tehdit altındadır. Geleneksel aile yapısının korunmasına yönelik çeşitli çalışmaların yapıldığı Avrupa ve Amerika’da henüz kayda değer bir başarı elde edilememiştir.[134]
Batı’nın Çocuk İstismarı
Çocuklar toplumun korunmaya en muhtaç kesimidir. 18 yaş altındaki her birey, çocuk olarak kabul edilir. 0-18 yaş arası çocukları bedenî ve ruhi yönden sarsacak ve gelişimlerine olumsuz etki edecek her türlü fiziksel, duygusal ve cinsel saldırı eylemi çocuk istismarıdır.[135] Bugün Avrupa’da çocuk istismarı oranı küresel düzleme nispeten hayli yüksektir. İnternet İzleme Vakfı’nın (IWF) verilerine göre çocuk istismarına ilişkin görüntü ve video kayıtlarının %60’ı Avrupa’da bulunmaktadır. Bu oran önceki yıllara nazaran %19’luk bir artış göstermiştir. Bu verilere göre çocuk istismarına ilişkin en çok yasa dışı içeriğe sahip olan ülke ise Hollanda’dır.
2015 yılında Kuzey Amerika’da çocukların kötüye kullanıldıkları video ve fotoğrafların internet ortamındaki oranı %57’dir. 2015-2016 arasında Avrupa’da çocuk istismarına ilişkin 4,4 milyon, 2017 senesindeyse 8,2 milyon görüntü ve videonun web sitelerinde dolaştığı bildirilmektedir.[136]
Avustralya ve ABD, çocuk istismarının en çok yaşandığı ülkeler arasındadır. Avustralya’da her yıl çocuk istismarıyla ilgili 50.000 dava açılmaktadır. ABD’deyse her beş çocuktan biri okulda ya da evde cinsel saldırıya maruz kalmaktadır.[137] Yapılan araştırmalara göre ABD’de doğan her 500.000 bebek 18 yaşına geline kadar, önlem alınmadığı takdirde, cinsel olarak yüksek oranda istismara uğrama riski altındadır.[138] Ülkede yaşayan çocukların %28,3’ü fiziksel, %20,7’si cinsel, %10,6’sı duygusal istismarın konusunu oluşturmaktadır. Açıklanan verilere göre 2014 yılında 4-5 yaş arasındaki 1.580 çocuk, uğradığı istismar sonucu hayatını kaybetmiştir. İki yaş ve daha küçük çocukların %70’i de maruz kaldıkları fiziksel ve cinsel istismar sebebiyle yaşamını yitirmiştir. Uğradıkları eziyet sonrası hayatını kaybeden çocukların %80’inin katiliyse ebeveynlerinden biridir.[139]
2012 yılında yapılan bir çalışmaya göre çocuk istismarına ilişkin her yıl 16.000’den fazla davanın görüldüğü İngiltere’de her 200 yetişkinden birinin pedofili olduğu kaydedilmiştir.[140] Ülkede 2013 yılında yaşanan çocuk istismarı vakalarının 4.171’i 13 yaş altı kız çocuklarına, 1.267’si 13 yaş altı erkek çocuklarına yönelik olarak gerçekleştirilmiştir.[141] İngiltere’de her 20 çocuktan 1’inin cinsel istismara uğradığı, istismara uğrayan çocukların %90’ının tanıdıkları ve yakın çevrelerindeki kişiler tarafından istismar edildiği tespit edilmiştir.[142]
2003 yılından günümüze, ekonomisi gelişmiş Avrupa ülkelerinde toplamda 18 milyon çocuk cinsel şiddete, 44 milyon çocuk fiziksel şiddete, 55 milyon çocuk ise duygusal şiddete maruz kalmıştır. Bu durum, her yıl 15 yaş altı en az 850 çocuğun hayatını kaybetmesine neden olmuştur. 2014 senesinde hazırlanan bir başka rapora göre de fiziksel şiddet sonucu yaralanan çocukların %24’ü hayatını kaybetmiştir.[143]
İstismara uğrayan çocukların Avrupa’da cinayete kurban gitme oranı ise %20 ila %33 arasında değişmektedir.
2008 yılındaki krizle birlikte Avrupa’da çocuğa yönelik şiddet ve istismar oranları tırmanışa geçmiştir. 2013 senesinde hazırlanan bir rapor “çocuk yardım” adı altında kurulan bir çağrı merkezine gelen aramaların 2,1 milyonunun istismara uğrayan ve yardım isteyen çocuklardan oluştuğunu ortaya koymuştur.[144]
Batı’da çocukların cinsel, fiziksel ve psikolojik istismarı yalnızca toplumsal tabanla sınırlı değil. Bir süre önce internet ortamında dalga dalga yayılan Wikileaks belgelerinde Hillary Clinton’un kampanya danışmanı John Podesta’nın mailleri ifşa edildi. Amerika ve Avrupa’da on binleri bulan çocuk kaçırma ve kayıp olaylarını araştıran FBI’a engel olmaya çalışan CIA’den dolayı belgelerin bizzat FBI’ın kendisi tarafından sızdırıldığı düşünülüyor. Bu belgelere göre Podesta, ticaret ve üst düzey bürokrasi çevresinden tanınmış bazı kimselerle Comet Ping Pong adında bir pizzacıda pedofili içerikli bir organizasyon düzenlemiş. Bahsi geçen pizzacının sahibi ise John Podesta’nın kardeşi Tony Podesta. Pizzagate skandalı olarak isimlendirilen bu olayda James Alefantis, Georges Soros gibi kişilerin isimleri de geçiyor. Satanizm ve pedofili içerikli söz konusu partinin davetlileri arasında Hilary Clinton ve Barack Obama da bulunuyor. Ortaya çıkan belgelerde Obama’nın pizza restoranından 65.000 dolarlık pizza sipariş ettiği görülüyor. Maillerde geçen bazı ifadelerin de şifreli olduğu belirtiliyor. Örneğin hotdog (sosisli) erkek, pizza kız, cheese (peynir) kız çocuğu, pasta (makarna) erkek çocuğu demek oluyormuş. Çok sayıda yazılı ve görsel belge ile güçlendirilen bu iddialara göre Comet Pizza adındaki bu restoran, zenginlere ve üst düzey bürokratlara çocuk pazarlamak için çalışan bir paravan şirket.[145] Ancak Amerika’da bu iddiaların Clinton’ı etkisiz hale getirmek isteyen Trump taraftarlarınca uydurulmuş iftiralar olduğunu söyleyenlerin yanı sıra Batılı ana akım medya da tüyler ürpertici bu skandal iddiasını asılsız komplo teorileri şeklinde lanse etti.[146]
Batı’da Kadına Yönelik Şiddet
Kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet en yaygın ve sistematik insan hakkı ihlallerindendir. Belirli bir yaşa, sosyoekonomik seviyeye yahut sınırları çizilmiş coğrafyalara indirgeyemediğimiz kadının şiddete maruz kalması durumu, bütün toplumları ilgilendirmekte ve etkilemektedir. Meselenin bu denli geniş olması, ayrımcılığın önlenmesi ve sona erdirilmesi önünde büyük engel teşkil etmektedir. BM, cinsiyet temelli herhangi bir fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü, can acıtıcı ve yaralayıcı her şeyi kadına yönelik şiddet eylemi olarak kabul eder. Kamusal veya özel alan fark etmeksizin kadının zorla alıkonularak ve keyfî olarak özgürlüğünün elinden alınması gibi fillerin hepsi, bu şiddet tanımının içerisine dâhil edilir.[147]
Milyonlarca kadını ve kız çocuğunu ilgilendiren kadına yönelik şiddet, korkunç bir hızla tüm Avrupa’ya yayılmaktadır. Kadınlar ve kız çocukları cinsiyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi birçok sebeple maddi ve manevi şiddete maruz kalmaktadır. Avrupa’da yaşayan Roman, siyahi ve Müslüman kadınlar, göçmen kadınlar, mülteci kadınlar, evsiz kadınlar, çalışan kadınlar, eğitimli ya da eğitimsiz kadınlar gibi pek çok başlıkta kategorize edebileceğimiz kadınların büyük çoğunluğu, hemen hemen her gün farklı şekillerde şiddete maruz kalmaktadır.
Bugün Avrupa’da her hafta ortalama 50 kadın, erkek şiddetine maruz kaldığı için hayatını kaybetmektedir. Aile içerisinde yaşanan şiddetin %95’i de kadına yönelik olarak gerçekleştirilmektedir. 15 yaşından itibaren her üç kadından biri fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Avrupa’da her saniye bir kadın, cinsel saldırının bir türünün muhatabı olmaktadır. İş hayatının herhangi bir alanında yöneticilik yapan kadınların %75’i çalıştıkları kurumlarda cinsel anlamda taciz edilmektedir. Kadınların dörtte biri hamilelik dönemlerinde fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Bu durum onların düşük yapma risklerini de arttırmaktadır. Avrupa’da evsiz kadınların %60’ı aile içi şiddetin öznesini teşkil etmektedir.
Bu coğrafyada şiddete maruz kalan kadınların birçoğu hayatları boyunca acı çekmelerine sebep olan fiziksel ya da psikolojik hastalıklara mahkûm edilmektedir. Aile içi şiddete maruz kaldığı için mental anlamda sağlığını yitiren kadınların oranı %50 ile %60 arasındadır. Avrupa’da genç yetişkinlerin %28’i kadına yönelik şiddet mağdurlarındandır. Burada kayıtlı ve kayıtsız göçmen statüsünde bulunan kadınlar da yüksek oranda cinsel, fiziksel sömürü ve şiddet riski altındadır. Şiddetin her türüne maruz kalma ihtimali yüksek olan bu kadınlar, gözaltına alınma ve sınır dışı edilme korkusu taşıdıklarından şiddet eylemlerinden korunma maksadıyla kendilerine verilen hizmetlere erişim sağlama hususunda pasif kalmaktadır.[148] Brüksel’de yayımlanan bir rapora göre, şiddete uğrayan kadınların yalnızca %14 gibi asgari bir kısmı maruz kaldıkları durumu polise bildirmektedir. Avrupa ülkelerinde her 20 kadından biri cinsel şiddet görürken bu oranın evli kadınlarda (kendi eşleri tarafından) %31 olduğu belirtilmektedir.[149]
Her üç kadından birinin şiddete maruz kaldığı Avrupa’da kadına karşı şiddetin en yüksek olduğu ülke, %52 gibi yüksek bir oranla Danimarka’dır; ardından Finlandiya (%47), İsveç (46), Fransa (44), İngiltere (44) ve Almanya (35) gelmektedir.[150]
Dünya çapında bir sorun olan kadına yönelik şiddet, ABD’de de kronikleşmiş bir konudur. Ülkede yaşayan kadınların %34’ü cinsel saldırı tehdidi altındadır. Bu oran 2013-2015 yılları arasında %30 civarındadır.[151] 2014 yılında Amerika’da açılan 2,5 milyon davanın konusunu cinsel şiddet oluşturmuştur. 2013 yılında ABD’de kadına yönelik cinsel şiddetin faili olan 10.000 erkek üzerinde bir anket yapılmıştır. Bu ankete göre erkeklerin büyük çoğunluğu söz konusu şiddet fiilini eğlence aradığı yahut karşısındaki kadını cezalandırmak ve onun üzerinde baskı kurmak istediği için işlediğini ifade etmiştir.[152] ABD’de her yıl ortalama 321.500 kadın cinsel tacize ya da şiddete uğramaktadır. Burada cinsel anlamda şiddete uğrama riski en yüksek olan grup 12 ila 34 yaş aralığındaki kadınlardır. 1988’den bu yana 17 milyondan fazla kadın cinsel şiddetin öznesi olmuştur. Cinsel şiddete uğrayan çocukların %82’sini kız çocukları; yetişkinlerin ise %90’ını kadınlar oluşturmaktadır. Amerika’daki 16-19 yaş arasındaki kadınlar, nüfusu oluşturan diğer kadın popülasyonuna nazaran dört kat daha fazla cinsel saldırı tehdidi altındadır; cinayete kurban giden kadınların %55’i eşleri tarafından öldürülmüştür. Ülkede siyahi kadınların cinayete kurban gitme oranları diğerlerine nazaran çok daha yüksektir. Her 100.000 kişide 4,4 oranında siyahi kadın, uğradığı şiddet sonucu hayatını kaybederken bu oran diğerleri arasında her 100.000 kadında 1-2 arasında değişmektedir. Amerika’da yaşayan İspanyol kökenli kadınlar arasında erkek şiddetine maruz kalma oranlarının çok yüksek olduğu, bu kadınların ciddi fiziksel ve psikolojik eziyet gördüğü belirtilmektedir. 2017 yılında yayımlanan bir raporda ABD’de cinayete kurban giden İspanyol kökenli kadınların oranı %61 olarak kaydedilmiştir.[153]
Özgürlüğünü Yitiren Medya
Yaygın kanaat, Batılı ülkelerde medyanın sınırsız bir özgürlüğe sahip olduğu yönündedir; ancak rakamlar bunun tam olarak doğru olmadığını göstermektedir. Örneğin, 2002 yılında küresellik karşıtı yaklaşık 10.000 kişinin Oslo’daki Dünya Bankası toplantısı sırasında düzenlediği protestoda çok sayıda gazeteci tutuklanmıştır. ABD’nin kendi eliyle oluşturmaya çalıştığı terör canavarının bir halüsinasyondan ibaret olduğunu ortaya çıkaran birçok gazeteci de özgürlüklerinin ve hayatlarının tehdit altında olduğunu dile getirmiştir.[154] Bunlardan biri Pulitzer ödüllü James Risen’dır. 2014 senesinde bir haber sitesinde Obama hükümetinin gazetecilerin özgürce haber yapmasını istemediği için onları hapse attırdığına dair bir yazı kaleme alınmıştır. Risen’ın görüşlerinin de yer aldığı yazıda J. Risen Obama’nın gazetecilerin ve basın özgürlüğünün en büyük düşmanı olduğunu söylemektedir.[155] Irak’ta silahsız muhabirlere ateş açan ABD’li pilotların görüntülerini sızdıran Wikileaks’in kurucusu Julian Assange ise ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden tarafından “yüksek teknoloji teröristi” olarak tanımlanmıştır.[156]
2017 yılında Batı Virginya’da İnsan ve Sağlık Departmanı sekreterine sorduğu sorunun cevabını almak için ısrar eden Dan Heyman isimli gazeteci hakkında yasal işlem başlatılmış ve ardından Heyman tutuklanmıştır.[157] 2017 senesinde başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump, Amerikan basınının kendisine karşı aldığı muhalif tavırdan rahatsız olduğu için CNN, New York Times, Los Angeles Times, New York Daily News, BBC Politico, Buzzfeed gibi medya kuruluşlarının Beyaz Saray’da düzenlenen bilgilendirme amaçlı basın toplantılarına katılmasına izin vermemiştir.[158] Ayrıca Trump’ın göreve başlama töreninde yapılan protestoya katılan altı gazeteci de tutuklanarak 10 yıl hapis cezasıyla yargılanmıştır.[159]
"ABD’de her yıl çok sayıda muhabir, siyasi erke karşıt haberler yaptığı için soruşturmaya uğramakta, hapsedilmekte yahut tehdit edilmektedir."
Amerika’da gazetecilerin maruz kaldıkları muameleler bunlarla da sınırlı değildir. Her yıl ülkede çok sayıda muhabir, siyasi erke karşıt haberler yaptığı için soruşturmaya uğramakta, hapsedilmekte yahut tehdit edilmektedir.
Amerikan medyasının kendi dışındaki ülkelerde yaşanan olaylara yaklaşımı da ayrı bir tartışma konusudur. Söz konusu durum Türkiye’de yaşanan demokrasi karşıtı darbe girişimi üzerinden örneklendirilebilir. Hain 15 Temmuz kalkışmasında ABD’li medya organlarının büyük bölümü, demokratik değerlerden ziyade Erdoğan düşmanlığı ile hareket etmiş ve darbenin meşrulaştırılması için büyük çaba sarf etmiştir.[160]
İngiltere’de de insanların gazeteciye ve haberciliğe olan inancı giderek sarsılmaktadır. Gazetecileri yaptıkları haberler nedeniyle ispiyonaj faaliyetiyle suçlayan yasaların sayısındaki artış, İngiltere’de medyanın tarafsızlığına ve özgürlüğüne ciddi anlamda darbe vurmaktadır.[161] Ülkede basın mensuplarının %22,26’sı bahsi geçen suçlamalardan ötürü tutuklanarak hapse mahkûm edilmiştir.
Almanya’da da gazeteciler aşırı sağ kanada mensup siyasiler ve partizanlar tarafından sözlü ve fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. Alman Dış İstihbarat Ajansı’nın (BND) çalışmalarını düzenleyen yeni kanun, yabancı gazetecilerin gizlice izlenmesine müsaade etmektedir. Bilgiye erişim hususunda çıkarılan yasaların diğer ülkelere kıyasla daha zayıf kaldığı Almanya’da, gazetelerin ve yayınevlerinin içinde bulundukları örtülü ekonomik kriz, medya çoğulculuğunun altını istikrarlı bir şekilde oymaktadır.[162]
Fransız medyası ise, özgür habercilikten daha başka gündemleri olan büyük şirketler tarafından yönetilmektedir. Bu durum, editöryal bağımsızlığı ve medya organlarının ekonomik anlamda ayakta durmasını tehdit eden çatışmalara yol açmaktadır. Fransa’daki iş çevreleri, ellerindeki medya gücünü birtakım toplumsal olayların manipüle edilmesinde kullanabilmektedir. Bunların yanı sıra Fransa’da mültecilere yönelik yapılan hukuksuzlukları ve işkenceleri dile getiren basın mensuplarına yönelik polis şiddeti de tırmanışa geçmiştir.[163]
Ayrıca Avrupa ve Amerika’da Müslüman kökenli gazeteciler oldukça ciddi bir baskı altında tutulmaktadır. Bu devletlerin Müslüman coğrafyalardaki faaliyetlerini eleştiren, özellikle Filistin meselesinde İsrail karşıtı bir tutum içinde olan gazeteciler, muhtelif kişiler yahut kurumlarca tehdit edilmektedir.
Sonuç
Batı, son birkaç yüzyıldır gerek Ortadoğu’da gerekse Afrika’da yapmış olduğu müdahalelerle o bölgelerin siyasi ve sosyolojik bağlamda olumsuz bir dönüşüm yaşamasına sebep olmuştur. Bu dönüşüm, başlangıcından itibaren birçok insanın hayatına mal olmuştur. Avrupalı devletlerin ve Amerika’nın her şeyin maddi olanla ölçüldüğü düşüncesi, bu coğrafyaları tarumar etmiştir.
Özellikle Ortadoğu ve Afrika’da başlayan değişimler, Avrupa ve Amerika’daki ülkeleri de etkilemiştir. Buralarda ortaya çıkan terör grupları, terörist faaliyetlerini Batılı ülkelerde de gerçekleştirmiş, bunun sonucunda birçok insan hayatını kaybetmiştir. Ayrıca Batı, istikrarsız ve ateş altındaki coğrafyalardan kaçarak kendisine yönelen mülteci göçü dalgasıyla da karşı karşıya kalmıştır. Bütün bu gelişmeler ise bu ülkelerde ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi gibi olumsuzlukları ayyuka çıkarmıştır. Bu sebeplerle her yıl Avrupa ve Amerika’da birçok Müslüman fiziksel, sözlü ve psikolojik şiddete maruz kalmaktadır.
Avrupa ve Amerika’da şiddete ve ayrımcılığa maruz kalanlar elbette sadece Müslümanlar değildir. Her yıl yüzlerce siyahi ya da beyaz Amerikan vatandaşı, polis şiddetine maruz kaldığı için hayatını kaybetmektedir.
1960’ların başına kadar geleneksel aile yapısına sahip olan Batılı ülkelerde, günümüzde aile kurumu bozulmuş ve evlilik oranları bir hayli düşmüştür. Bunun yerine insanlar evlenmeden birlikte yaşamaya başlamış ve bu durum Avrupa ve Amerika’da evlilik dışı doğum oranlarını arttırmıştır.
2008 ekonomik krizinden bu yana içinden çıkılmaz iktisadi problemlerle de boğuşan Batı’da binlerce çocuk yoksulluk içerisinde yaşamaktadır. Bu ülkelerde çocukların cinsel ya da fiziksel istismara uğrama oranları bir hayli yüksektir. Yaşanan ekonomik kriz sonrası gelir uçurumunun daha da keskinleştiği bu ülkelerde kadına şiddet oranları da oldukça kritik bir seviyededir.
Batı, yaşadığı maddiyat temelli zihinsel bunalım sebebiyle siyasetten hukuka, çevre sorunlarından eğitime, aile yapısından ekonomiye kadar hayatın tüm alanlarını yıpratmıştır. Kendi toplumları da dâhil olmak üzere Batılı ülkeler müdahil oldukları bütün coğrafyalarda korkunç insan hakları ihlalleri gerçekleştirmekte yahut bunun için zemin oluşturmaktadır.
Bugün dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş sayıda insan zulme, şiddete ve çevresel bozulmalar sebebiyle çeşitli mağduriyetlere maruz kalmaktadır. Dünyanın içerisinde bulunduğu bu vaziyet kısa vadede birtakım devletlerin yahut ulusların çıkarlarına hizmet ediyor görünse de bu denli büyük krizlerin yaşandığı, insanların zulüm gördüğü, işsizliğin arttığı, şiddetin her geçen gün tırmandığı bir dünya, uzun vadede hiçbir devlet ya da ulus için fayda sağlamayacaktır. Bu sebepledir ki, devletlerin acilen dünyayı içinde bulunduğu bu kaotik düzenden kurtaracak planlar yapması, politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Bu bağlamda dünya üzerinde yaşanan krizlerin ve haksızlıkların giderilmesi açısından sağ duyulu toplumsal hareketlerin ortaya çıkması da oldukça önemlidir. Küresel ve toplumsal düzlemde yaşanan hak ihlallerinin önlenmesi ve iyileştirilmesine yönelik bireysel farkındalıkların arttırılması hususunda eğitimcilere ve entelektüellere büyük görevler düşmektedir. Bununla birlikte, sivil toplum kuruluşları ve toplumsal duyarlılığı yüksek şirketlerle hayır kurumları da küresel düzlemdeki mevcut krizlerin giderilmesi bakımından önemli aktörler arasındadır.
Mevcut insani krizlerin çözümü için uygulanması gereken iktisadi, siyasi ve sosyal politikalar dünyanın dört bir yanındaki toplumların daha iyi, eşit ve adil bir düzende güven ve huzurla yaşamalarını sağlayacaktır. Bu durum sağlıklı bireylerin yetişmesine, sağlıklı bireyler de sağlıklı toplumların vücuda gelmesine imkân sağlayacak ve Batılı devletlerin bencilce çıkarları uğruna tarumar ettikleri dünya, şüphesiz daha yaşanır bir yer haline gelecektir.