Hindistan, 1947 yılındaki ayrılmadan bu yana laiklikle yönetilen bir ülke. Sahip olduğu kültürel ve dinî çeşitlilikten ötürü, son yıllara kadar dinî akım ve ideolojilerin tüm siyasete hâkim olduğu bir ülke görünümünde değildi. Ancak 1990’lardan itibaren gücünü arttıran Sih radikalizmi ülkede ciddi bir bölünmenin işaretlerini veriyor.
Hindistan’ın barındırdığı devasa nüfus içinde Müslümanlar önemli bir azınlığı temsil etmelerine rağmen, ülkedeki etkinlikleri sayıları ile doğru orantılı değil. Bunun değişik sebepleri olmakla birlikte başlıcaları; bölünmüşlük, eğitimsizlik ve ekonomik zayıflık. Bir de Türkiye’nin neredeyse beş katına yakın bir yüz ölçümü bulunan Hindistan, oldukça dağınık bir coğrafi alana yayılmış olduğundan burada yaşayan Müslümanların birbirleriyle irtibatları oldukça zayıf.
Hindistan bölgesine İslam ilk defa Müslüman tüccarlar eliyle gelirken, 711 yılında Müslüman ordular Sind bölgesinde bir İslam siyasi gücü kurmayı başarmıştır. 20. yüzyılda İngiliz işgaline uğrayana kadar Müslümanların nüfuzunda ve kontrolünde olan bölgede, sufi gelenek ciddi bir kültürel birikim oluşturmuştur. Bugün 1 milyar 195 milyon nüfus içinde Hindistan’da 170 milyon Müslüman yaşamaktadır. Neredeyse 800 yıldan fazla bölgeyi yönetmiş olan Müslümanlar, genel nüfus içinde azınlık olmalarına rağmen, yönetici oldukları süre boyunca diğer din ve azınlıklara karşı geniş bir hoşgörü ile davranmıştır.
Aslında bölgede İslam’ın çoğunlukla sufi anlayışla temsil edilmiş olmasının etkileri bugün dahi sürmektedir. Bunun yanında, uzun yıllardır diğer din ve mezheplerle bir arada yaşamanın verdiği tarihî derinlik sayesinde, sanattan mimariye kadar tüm bölgede ortak bir yerel kültür oluşmuştur. Ancak Müslümanların siyasal gücünün çöküşü ile birlikte, bölgenin sosyal dokusunu oluşturan yapılar arasındaki denge de bozulmuştur. Özellikle İngiliz sömürge döneminde karşıt unsurlar birbirine düşman hale getirilmiştir. Bu dönem boyunca Müslümanlar daha önceki dönemde sahip oldukları seçkin konumu yitirmenin baskısını yaşarken, Sih ve Hindular da İngilizlerle iş birliği yapmanın politik kazanımlarını sağlamıştır.
Birçok Müslüman âlim, çağlar içinde oluşan bu birbirine karışmışlık halinin sona ermesi ve saf İslami bir anlayışın Müslümanlar arasında yerleşmesi için derin bir arınma ihtiyacını dile getirmiştir. Güney Asya’daki Müslümanların büyük bölümünün tanıdığı Şeyh Ahmed Serhend (İmam Rabbani, 1563-1624), bölgedeki İslami uyanışın ilk örnekliğini oluşturur. Moğol imparatoru Ekber Şah’ın resmî bir Hindistan dini oluşturma girişimlerini sorgulayan Serhend’in çabaları, İslam’a dayalı bir hükümet kurulmasını sağlamadıysa da, ayrışmada önemli süreçlerden biri kabul edilebilir.
İmam Rabbani’den yaklaşık bir buçuk asır sonra yaşayan Şah Veliyullah Dehlevi (1703-1753), İslam âlimliği ile aktif siyasal çalışmaları birleştiren mükemmel bir model ortaya koymuştur. Dehlevi’nin yaşadığı dönem, bölgede Moğol nüfuzunun düşüşe, Marathaslar (Güney Hindistan’la savaşan güçler) altında Hindu siyasi gücünün ise yükselişe geçtiği yıllara rastlar. Dehlevi’nin felsefesinde Müslümanların siyasi düşüşü aslında manevi düşüşlerinin bir sonucudur. Onun düşünceleri bölgede hâlâ etkilidir. Mezarının hemen yanındaki medresede genç öğrenciler onun çizgisinde eğitimlerini sürdürmektedir.
Dehlevi’nin Afgan kralından yardım talepleri ve çabası Moğolların çöküşünü önlemeye yetmemiştir. Bölgenin 1857’den itibaren İngiliz nüfuzuna girmesi, bölgeye yeni düşüncelerin ve teknolojinin girişini hızlandırmıştır.
19 ve 20. yüzyıllar, Hindistan ulusal hareketinin yükselişine şahit olurken, hem Hindular hem de Müslümanlar arasındaki dinî uyanış, kurdukları örgütlerin gelişimini de beraberinde getirmiştir. 1875 yılında, Aryan topluluğu, Müslüman olan Hinduları yeniden eski dinlerine çevirmek için çalışan bir reform hareketi olmuştur. Diğer tarafta Müslüman yapılar da örgütlenme ve tebliğ konularını öne alan bir söylemle çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Seyyid Ahmed Barelvi’nin (Ahmet Rıza Han 1856-1921) başlattığı Mücahidin hareketi ile Bengal’deki Faraizi hareketi Müslümanlar üzerinde ciddi bir etki oluşturmuştur. Barelvi, Muhammed Abdülvahab’dan oldukça etkilenmiştir. Bölgeyi darülharb olarak gören Barelvi, (Afgan kabilelerin yaygın bulunduğu kendi bölgesi kuzeybatı bölgeleri hariç) bir yandan saf İslam’ın hâkim olmasını savunurken diğer yandan ölene kadar cihadını sürdürmüştür.
Aynı dönemlerde Bengal’de Hacı Şeriatullah (1781-1840) yeniden İslam’a dönüşü savunurken, o da Seyyid Ahmed gibi Vahhabi öğretilerden oldukça etkilenmiştir. Farzlara verdikleri önemden dolayı onun takipçilerine Faraizi hareketi denmiştir. Mücahidin ve Faraizi hareketlerinin sınırlı etkileri, 20. yüzyılın başlarında Hindistan milliyetçiliğinin yükselişi ile gölgede kalmıştır. 1. Dünya Savaşı sırasında Muhammed Ali Cevher ve Şevket Ali, Osmanlı Devleti’ne destek için Halife’yi Savunma Komitesi kurmuştur. Aynı dönemde Hindu milliyetçilerinin İngilizlere karşı Müslümanlarla ittifakı, bir yandan iki dinin radikal yorumlarını dışarıda bırakırken, diğer yandan İngilizlere zor anlar yaşatmıştır.
Bağımsız bir Hindistan’daki Hindu çoğunluk ve Gandi’nin liderliğindeki Ulusal Kongre’nin bağımsızlığın ön şartı olarak Müslümanlara gelecekleri konusunda garanti verememesi, Müslüman seçkinleri bağımsız bir ülke seçeneği üzerinde zorlamıştır. Kimi yorumlarda bağımsızlık karşılığında Müslümanlara ayrı bir devlet şartını koşan İngilizlerin oyunuyla 1947 yılında bağımsız Pakistan kurulunca, Hindistan Müslümanlarının en seçkinleri, düşünce adamları, siyasileri ve entelektüelleri ile birlikte göç etmeleri, bölgede kalan üçte bir azınlığın hem ekonomik hem de siyasi açıdan çok etkisiz bir konuma düşmesine neden olmuştur.
Modern Hindistan’ın kurucuları Gandi ve onun siyasal alanda takipçisi Nehru, herhangi bir dinin ayrıcalıklı olmadığı laik bir devlet biçimi öngörmüştür. Bugüne kadar başkanlık yapmış 12 Hindistan devlet başkanının üçü Müslüman asıllıdır. Ülkede üç eyalette Müslümanlar çoğunluktadır.
Resmî kuruluşu 1980 olsa da Hindu milliyetçisi Hindistan Halk Partisi (Baharatiya Janata Partisi-BJP)’nin temeli, 1915 yılında Müslüman nüfuzuna karşı mücadele etmek amacıyla kurulmuş olan Büyük Hindu Meclisi’ne dayanmaktadır. 1990’larda Hindu tapınakları inşa edilmesi için kampanya başlatan parti, daha önce yıkılarak yerine mescit yapıldığını öne sürdükleri alanlara yeniden tapınaklar yapmaya kalkışınca olayların fitili ateşlenmiştir. 1992’de Ayodha’da yaşanan Babri Mescidi olaylarında çok sayıda kişi yaşamını yitirirken, 2002 Gucarat olaylarında da yine Hindu ve Müslümanlardan yüzlerce kişi hayatını kaybetmiştir.
Keşmir sorunu ve Hindistan ile Pakistan arasındaki üç savaşa dayanan tarihî düşmanlık, bu ülkedeki Müslümanların durumunu yakından etkilemiştir.
Bölgedeki İslamcı grupların ideolojik kaynaklığı daha çok üç gruba dayanmaktadır: 1867’de kurulan Deobandi Daru’l-Ulum, 1941 yılında Mevdudi tarafından kurulan Cemaati İslami ve bir diğeri de Vahhabilik hareketidir. Bunlar dışında Barelvilik başta olmak üzere tarihî kökene sahip birçok cemaatin yanı sıra, tebliğ cemaati ve yerel sufi tarikatlar gibi yüzlerce grup bulunmaktadır.
Deobandiler: Mevlana Muhammed Kasım Nanautavi’nin kurduğu Daru’l-Ulum, güney Asya’daki Müslümanlar tarafından savunulan geleneksel bir reformcu harekettir. Deobandi hareketi de denilen bu oluşum, Müslüman toplumların her alandaki çöküşünün temel sebebini materyalist Batı’nın ahlaki yozlaştırmasına ve Hinduların yoz pratiklerine bağlamakta ve İslam’ı, İslam dışı tüm inanç ve uygulamalardan arındırmayı hedef almaktadır. Daru’l-Ulum, kurulmasından sonra geçen kısa süre içinde Hindistan’ın değişik bölgelerinde şubeler oluşturmuştur. 1875 yılında Batılı tarzda eğitim için kurulan Aligarh Üniversitesi’nden sonra, Deobandi okulları Batı karşıtı eğitimin geleneksel merkezleri haline dönüşmüştür.
Bu düşmanlık içinde Nedvetü’l-Ulema (Congress of Ulama) da 1893 yılında Kanpur’da kuruluşunu ilan etmiştir. 1898 yılında Lucknow’a taşınan bu kurumsal yapı, bir yanda Aligarh okuluna diğer yanda Deobandlara meydan okur nitelikteydi. Bunlara bağlı okullarda uygulanan program, Deobandilerin İslami programı ile modern bilimlerin bir karışımından oluşuyordu. (Oluşum içindeki bazı grupların şiddet eğilimi taşıdığı da ortadaydı.) Deobandilerin içinden çıkmalarına rağmen, onlara göre daha aydın ve bakış açısı yönünden daha geniş görüşlü bir zihinsel yapıları bulunuyordu.
Cihatçı söylemine rağmen Daru’l-Ulum, bugüne kadar herhangi bir askerî eğitim veya silahlı eyleme karışmamıştır. Bu okula bağlı başlıca gruplar Keşmir merkezli olarak faaliyet göstermektedir. Hareketü’l-Mücahidin, Harekatü’l-Ensar, Haraketü’l-Jihad el-İslami, başlıca Deobandi silahlı gruplarını oluşturmaktadır.
Cemaati İslami: 1941 yılında Mevdudi tarafından kurulan cemaat, 1947’deki bölünmeden sonra üç parçaya ayrılmıştır: Pakistan, Hindistan ve Keşmir. Mevdudi Pakistan’a giderken, Hindistan’da kalan takipçileri bu ülkedeki çalışmalarını sürdürmüştür. Cemaat, -tıpkı İhvan’ın Arap ülkelerinin çoğunda faaliyet gösteren İslamcı anlayış gibi- kendisini Güney Asya’daki İslam devriminin öncüsü saymaktadır. Cemaatin Pakistan kolu seçimlere girerken Hindistan’daki kolu siyasetten uzak durmuştur. Cemaat, yine tıpkı İhvan gibi, sosyal ve hayır çalışmaları ile etkinliğini arttırmaya çalışmaktadır. İlk defa 1948 yılında kurulan Hindistan Cemaati İslami, bugün ülkenin birçok bölgesindeki hayır kurumları aracılığı ile çalışmalarını sürdürmektedir.
Mevdudi’nin öğretisinde İslam’ın salt inanç değil aynı zamanda hayatın tamamını kuşatan bir yaşam biçimi ve ideoloji olduğu vurgusu, Hindistan’daki cemaat kolunun daimi bir gündemi gibidir. Ancak, Pakistan’ın ayrılmasından sonraki süreçte bölgedeki Müslümanlardan ideolojik ve siyasi anlamda yetişmiş kadroların büyük bölümünün göç etmesi, Hindistan’daki ideolojik ve siyasi verimi tamamen yok etmiştir. Buna, sömürge döneminde Müslümanların İngilizleri boykot kapsamında okullara gitmemesi eklenince Hindistan’daki yapı tamamen zayıflamıştır.
Hareketin radikal bir kolu olan ve 1977 yılında kurulan Hindistan Öğrencileri İslami Hareketi (SIMI), 2001 yılında terörle bağlantıları iddiasıyla yasaklanmıştır. Bunun üzerine cemaat, Öğrencilerin İslami Organizasyonu adıyla yeni bir kuruluş oluşturmuştur. Hareket, cihadi görüşleri açıkça savunsa da bunun uygulaması konusunda Hindistan’daki iç barışı tehdit edecek söylemden kaçınmaktadır.
Vahhabi eğilimli hareketler: Her ne kadar Baralvi ve Faraizi hareketleri Arap yarımadasındaki Vahhabilik hareketinden etkilenmiş olsa da sayıları çok fazla olmamakla birlikte Hindistan Vahhabileri farklı bir forma bürünerek kendilerini ehli hadis olarak isimlendirmektedir.
Sufi inancın etkili olduğu Güney Asya’da, Suudi Arabistan’daki biçimiyle bir doktrinin taban bulması mümkün görünmediğinden etkinliği de sınırlı kalmaktadır.
En önemli ehli hadis veya Vahhabi cihadi grup olan Leşkeri Taybe, terör listesinde bulunduğundan isim değiştirerek Cemaati Dava (Davet Grubu) adını almıştır. Ülkede bu şekilde oldukça fazla sayıda militan grup bulunmaktadır.
Hindistan’daki mevcut yönetim Müslümanlara birçok Müslüman ülkedekinden daha fazla haklar vermektedir. Kimi baskılar ve Sih tehditleri olmakla birlikte, en ciddi sorunları eğitim ve fakirliktir. Genelde birçok eyalette azınlık durumunda oldukları için tek bir siyasi partiye oy verme durumları yoktur. Hatta ülkede az sayıda bulunan İslami partilere Müslümanlar içinden pek oy gitmemektedir. Genelde halk kendi maslahatlarını koruyacak Kongre Partisi, liberal partiler ve başka hareketlere destek vermektedir.