Giriş
Bu rapor, İslam dünyasının içinde bulunduğu insani durumla ilgili genel tabloyu ortaya koymayı amaçlamaktadır.[1] Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan İslam dünyasında birbirinden çok farklı coğrafi koşullar, siyasi yapılar ve ekonomik kalkınmışlık düzeyleri söz konusudur. Her bir İslam ülkesindeki insani durum, yukarıdaki koşulların yanı sıra sömürgecilik mirası, Batı’ya olan bağımlılık düzeyi, eğitim seviyesi ve kalitesi, doğal afet riski, siyasi istikrarsızlığa yatkınlık gibi birçok unsura bağlı olarak şekillenmektedir.
Mevcut insani durumu ortaya koyan genel koşulların yanı sıra bir de bunları ağırlaştıran ama kolaylıkla ayırt edilemeyen potansiyel unsurlar söz konusudur. Bu yönüyle bazı ülkelerin insani altyapılarının oluşumunda belirgin rol oynamış olan sömürge mirası ve bugün var olan dışa bağımlılık ilişkileri de dikkat çekicidir. Geleneksel sömürgecilik “böl, parçala ve yut” şeklinde özetlenebilecek askerî müdahaleyi öngören bir politikayı benimserken, yeni sömürgecilik “ihtilaf yarat ve sömür”[2] şeklinde görünmezlik, meşruluk ve karşı tepkiyi önleme temelleri[3] üzerine kurulmuş bir politikayı benimsemektedir. Bu yeni yaklaşım, var olan sorunları büyüten ve kronikleştiren bir etki yaratmaktadır.
İslam dünyası denilen devasa coğrafyada nelerin insani sorun olduğu konusu da önemlidir. Bu çalışmada bir yandan yoksulluk, eğitim, temiz suya erişim, gelir eşitsizliği gibi temel insani göstergeler tespit edilirken bir yandan da bu olumsuzluklara yol açan siyasi ve ekonomik koşulların anlaşılması amaçlamaktadır. Bundan dolayı kimi zaman doğrudan “insani” alan içinde sayılmayacak bazı siyasi ve ekonomik mülahazaların da tartışılması gerekmiştir. Bu bağlamda İslam ülkelerindeki sıcak savaş ve çatışmalar, sebepleri açısından olmasa da yol açtıkları insani sorunlar bakımından insani tablonun değişmez problem alanlarını oluşturmaktadır. İnsani krizler doğuran bir diğer konu ise, sosyal adalet kavramı ile ilgilidir. Aslında bugün dünyada yaşanan birçok insani krizin sebebi, zannedildiği gibi kaynak kıtlığı değil, bilakis bu kaynakların kullanımının bazı ülkelerin elinde toplanmış olması veya o ülke içinde toplumun tüm kesimlerine adil biçimde dağıtılmamasıdır.
Bu raporda İslam dünyasına ilişkin insani rakamları yalın bir biçimde vermenin okuyucunun zihninde eksik bir izlenim bırakacağı gerçeğinden hareketle söz konusu veriler dünyanın diğer ülkeleriyle bazen de özellikle gelişmiş Batılı ülkelerinin rakamları ile karşılaştırmalı olarak verilmiştir. Bu sayede okuyucunun mevcut tabloyu daha kolay karşılaştırması mümkün olacaktır.
İslam Dünyasının Genel Görünümü
Bugün İslam dünyasının genel görünümüne bakıldığında aynı anda en zengin ve en fakir kategorilerini bir arada görmek mümkündür. Dünya petrol ve doğal gaz kaynaklarının neredeyse üçte ikisine sahip olan İslam dünyasının en önemli sorun alanlarından biri, bu kaynak zenginliği ile çelişkili biçimde, ekonomik geri kalmışlık olarak dikkat çekmektedir; ikinci önemli problem alanı ise İslam coğrafyasının savaşlar, iç çekişmeler ve işgallerle dolu bir yer hâline gelmiş olmasıdır. Bugün dünyadaki sıcak savaşların büyük bölümünün İslam coğrafyasında yaşanıyor olması, insani durumu etkileyen en temel unsurdur. Bu tür insan eliyle üretilmiş krizler, İslam dünyasının insani kalkınmışlığını etkilemekte; gıda güvenliği, sağlık, eğitim ve çocukların geleceği gibi birçok hayati problemin büyüyüp derinleşmesine yol açmaktadır. İlaveten İslam dünyasındaki doğal afetler ve ülkelerin afet riski, altyapı eksikliği ile birleştiğinde de istenmeyen yeni insani krizlere kapı aralamaktadır. Bu çerçevede İslam dünyasındaki genel görünümü ortaya koymak üzere, sorunların doğmasında rol oynayan silahlı çatışmalar, ekonomik krizler, insani kalkınmışlık problemi ve doğal afetleri ayrı ayrı ele almak germektedir.
Silahlı Çatışma, İşgal ve Savaşlar
Tarihin hemen her döneminde farklı gerekçelerle ve farklı aktörlerin dâhil olmasıyla birçok büyük savaş yaşanmıştır. 1914’teki 1. Dünya Savaşı’nda 16 milyondan fazla kişi hayatını kaybederken[4] 1939’da yaşanan 2. Dünya Savaşı, yaklaşık 78 milyon kişinin hayatına mal olmuştur.[5] Dünya genelinde böylesine ağır kayıpların yaşandığı iki büyük savaşın ardından uluslararası toplumda barış arayışları görülse de kalıcı bir barış yerine, bu kez Soğuk Savaş (1946-1991) dönemi başlamış ve süper güçlerin restleşme sürecinde ideolojik motivasyonlarla yine milyonlarca insan hayatını kaybetmiş ve trilyonlarca dolar servet heba olmuştur. 1990’lı yıllarda, bu gidişatı değiştirme şansını yakalayan dünya, bölgesel ve küresel yeni çekişme alanları ile bu fırsatı da heba etmiş, 2000’li yıllar yeni dinamiklerle birlikte yeni çatışmaları getirmiştir. 21. yüzyıla, 11 Eylül’de ABD’deki İkiz Kulelere düzenlenen saldırılarla girilmiş ve ABD’nin bu olayı gerekçe göstererek Afganistan ve Irak işgalleriyle başlattığı süreç, küresel bir çatışmaya dönüşmüştür. Terörle mücadele bahanesiyle başlayan yeni gerilim sürecinde, İslam dünyası yeni bir çatışma sarmalının içine sürüklenmiştir. Hasılı, Afganistan ve Irak işgalleri, terörü sona erdirmek yerine daha da arttırmıştır. 2011 yılından itibaren ise bu defa Mısır, Suriye, Libya ve Yemen’i içine alan sıcak savaşlar ve bunlara bağlı sayısız yerel kanlı hesaplaşma dönemi başlamıştır.
Etnik, dinî ve ideolojik farklılıklar İslam dünyasındaki çatışmaların başlıca sebeplerindendir. Çatışmaların %70’i, milliyetçi duygularla hareket eden ve ayrımcı politikalara maruz kaldığını iddia eden etnik gruplar ve azınlıkların bağımsız bir devlet kurma isteğiyle ayrılıkçı gruplar etrafında toplanmalarından kaynaklanmaktadır.[6]
Bir diğer çatışma sebebi ise dinî farklılıklardır. Dinlerin varlığı bir çatışma sebebi olmasa da dinin yanlış yorumlanması ve farklı dinî ve mezhebî gruplara mensup kişilerin yönetimi ele geçirme isteği, çatışmaların ana sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Aynı din veya mezhebe bağlı kişiler, inandıkları dinin şeriatını hâkim kılma isteğiyle iktidar karşıtı bir dizi eyleme girişerek çatışmaları başlatıyor olsalar da bulundukları coğrafyalarda azınlık kalarak baskıya ve şiddete maruz kalan gruplar da bu durumun doğal bir sonucu olarak silahlı eylemlere girişmektedir.
Çatışmaların bir diğer sebebi ise doğal kaynakların dağılımı ve yenilenemeyen doğal kaynakların zamanla azalıyor olmasıdır. Uluslararası toplumda yer alan büyük güçler, kendi çıkarları adına petrol, doğal gaz gibi enerji kaynaklarının ve altın gibi değerli madenlerin bulunduğu toprakları istikrarsızlaştırarak müdahaleye açık hâle getirmektedir. Bu bağlamda zengin Arap ülkelerinin politikaları ve Ortadoğu çatışmalarındaki rolleri de önemli bir etkiye sahiptir.
İslam dünyasının farklı ülkelerindeki sosyoekonomik adaletsizlikler ve halkın siyasete katılımının engellenmesi de bir başka çatışma sebebidir. Toplumda yolsuzluk, rüşvet gibi hadiselerin artması, zenginliğin belli çevrelerin elinde tekelleşmesi, zengin ve fakir arasındaki uçurumun derinleşmesi, mahrumiyet ve mağduriyet algısı gibi unsurlar, toplumsal yapıyı içten çürütmektedir. İslam dünyasının birçok bölgesindeki otoriter rejimlerin varlığı, muhalif seslere yönelik baskıyı artırmakta ve toplumdaki marjinalleşmeyi uç noktalara taşımaktadır.
Dünya geneline bakıldığında Ortadoğu ve Afrika’da yer alan ve Müslümanların çoğunlukta yaşadığı ülkelerde çatışmaların daha yoğun olduğu görülmektedir. Örneğin 2012 yılında savaşa bağlı ölümlerin 1.000’den fazla olduğu altı silahlı çatışma yaşanmıştır ve bunların tamamı İslam ülkelerinde gerçekleşmiştir. Bu ülkeler Afganistan, Pakistan, Sudan, Somali, Suriye ve Yemen’dir. Bu çatışmalarda İslami ideolojiye sahip olduğunu iddia eden dokuz isyancı grup yer almıştır. 2014 yılında ise çatışmaların yaklaşık %60’ı İslam ülkelerinde vuku bulmuştur.[7] 2018 yılında da Yemen, Suriye, Somali ve Afganistan’da dört büyük savaş yaşanmıştır. İsyancı grupların, resmî hükümetlerin, küresel ve bölgesel güçlerin dâhil olduğu bu çatışmalarda, Müslümanlar hem fail hem de mağdur olmuştur. 2010-2014 yılları arasında dünya genelinde yaşanan savaşlarda ölenlerin %94’ü (yaklaşık 209.000 kişi) Müslüman ülke vatandaşlarıdır.[8]
Çatışmaların İslam ülkelerinde yoğunlaşması, kuşkusuz, Müslümanların yaşadığı coğrafyaların stratejik konumu ve doğal kaynaklarının zenginliğiyle bağlantılı olsa da 2014 yılı sonrasında DAEŞ’in ortaya çıkışı, bölgesel ve küresel anlamda şiddeti çok farklı boyutlara taşımıştır. Ancak burada yanlış anlamaları önlemek için şu tespiti yapmak gerekmektedir: 1946-2014 yılları arasında yaşanan iç savaşlar, ülkelerdeki dinî eğilime göre sınıflandırıldığında en yüksek savaş oranının Hinduizm inancının kabul edildiği ülkelerde gerçekleştiği görülmektedir. Bu yıllar arasında Hinduların yoğun olduğu üç ülkeden ikisinde iç savaş yaşanmıştır. Aynı dönemde İslam ülkelerinin %41’inde (49 ülkeden 20’sinde); Hristiyanların yoğun olarak yaşadığı ülkelerin %27’sinde (110 ülkeden 30’unda) iç savaş yaşanmıştır.[9]
Çatışmaların İslam ülkelerine has bir durum olmadığı doğru olmakla birlikte, yakın dönemdeki çatışmaların ve geleceğe yönelik kriz beklentilerinin yoğunlaştığı bölgelerin daha çok Müslümanların yaşadığı ülkeler olduğu da bir gerçektir. Peki, savaşlar neden yoğun olarak İslam ülkelerinde yaşanmaktadır? Yukarıda bahsi geçen genel çatışma sebeplerinin hemen tamamı İslam ülkelerinde görülmekle birlikte, Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki çatışmaların iki temel sebebi bulunmaktadır: İlki Batılı sömürgeci güçlerin dayattığı yapay sınırların mirası olan sömürge tarihidir. Örneğin İngiltere, 30 yıl işgal altında tuttuğu Filistin’den 1948’de çekilirken burada yapay bir devlet kurulmasını sağlamış ve Filistinlilerin topraklarını gasp ederek Siyonist rejimin kurulmasına önayak olmuştur. Sömürge dönemi mirası olan Siyonist İsrail rejimi, 1948’den bu yana birçok kez hem Filistinlilere hem de çevre ülkelere saldırmış ve bölgedeki pek çok çatışmanın baş aktörü olmuştur.
İkinci sebep ise, ABD ve diğer Batılı devletlerle Rusya gibi büyük güçlerin müdahaleci politikalarıdır. Uluslararası toplumda artan milliyetçilik ve kutuplaşma eğilimi; etnik, dinî ve ideolojik olarak büyük bir zenginliğe sahip olan İslam ülkelerini kırılgan hâle getirmektedir. Birçoğu diktatörlükle yönetilen İslam ülkelerinde sosyoekonomik adaletsizliğin artması ve halkın siyasal katılımının engellenmesi, ülke içi istikrarı bozmakta, bu da Batılı güçlere demokrasi getirme bahanesiyle bu ülkelere müdahale imkânı sağlamaktadır. Bu bağlamda yakın geçmişte Afganistan, Irak ve Libya’da yaşananlar, Batılı müdahalelerin en bilindik örnekleridir.
Doğal kaynakların önemli bir kısmının İslam ülkelerinde bulunması ve özellikle petrol ve doğal gaz yatakları konusundaki küresel rekabet, bu ülkeleri hedef hâline getiren başat bir rol oynamaktadır. Bu kaynakların kontrolü üzerine yaşanan çekişmeler, büyük güçlerin Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi zengin ülkeler üzerinde tam bir hegemonya kurmalarıyla sonuçlanmıştır. Bu durum söz konusu ülkeler başta olmak üzere, tüm bölgede güvenlik konusunda Batılılar lehine büyük bir avantaj sağlarken, İslam ülkeleri için kronik bir zaaf meydana getirmiştir.
İslam dünyasındaki çatışmaların en önemli malzemesi kuşkusuz ithal edilen silahlardır. Bu noktada, Batılı ülkelerin İslam dünyasına yönelik en büyük ihracat kaleminin silah olduğunu bilhassa belirtmek gerekmektedir. Bu yönüyle, yaşanan çatışmaların sürmesinin Batılı silah üreticilerinin çıkarına olduğu aşikârdır. Uluslararası barışı sağlamak adına kurulan Birleşmiş Milletler’in (BM) daimi üyeleri olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin, dünyanın en büyük silah üreticisi ülkeleridir. Ortadoğu’da iç savaşların artmasıyla bölgenin silah piyasasındaki ithalat payı %30’ların üzerine çıkmıştır; yani dünyada satılan her üç silahtan biri Ortadoğu’ya gitmektedir. Ortadoğu’ya ihraç edilen silahların yaklaşık yarısı iki ülke tarafından (Suudi Arabistan ve BAE) satın alınmaktadır. Suudiler dünya silah ithalat piyasasında ikinci, BAE ise üçüncü sırada gelmektedir.[10] Bu silahların önemli bir kısmı da Yemen, Suriye ve Libya gibi ülkelerdeki iç savaşlarda kullanılmaktadır.
Bu noktada, İslam ülkelerindeki çatışmaların sadece dışarıdan müdahalelere bağlı olduğu yönündeki bir açıklama, büyük oranda soyut, belirsiz bir tablo ortaya koyabilir. Zira her çatışmanın kendine özgü sebepleri ve değişkenleri olduğu muhakkaktır. Toplumsal uyuşmazlıklar veya halkın yöneticilere karşı tepkisi görmezden gelinerek yapılan değerlendirmeler, bir çatışma için oluşturulmaya çalışılan çözüm önerilerini kalıcı kılmaz ve suni bir yaklaşım olur; sadece iç faktörlerin dikkate alınması durumunda ise, bu defa da “büyük resim” görülemeyeceği için yine gerçekçi bir çözüm ortaya konulamaz.
Çatışmalar boyutlarına göre toplu ölümler, kitlesel göç hareketleri, ekonomik geri kalmışlık, insani kalkınmışlığın sekteye uğraması (eğitim ve sağlık hizmetlerinde gerileme, kadın haklarında geri kalmışlık, engelli sayısının artışı, gıda ve su güvenliğinin yetersizliği vb.) gibi birçok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.
Ekonomik Durum ve Sosyal Adalet
İslam dünyasının en önemli toplumsal sorunlarının başında ekonomik geri kalmışlık ve sosyal adaletsizlik gelmektedir. Ekonomik geri kalmışlığın birçok sebebi olsa da özellikle ülkenin dezavantajlı bir coğrafyada bulunması, ham madde yoksunu olması, altyapı eksikliği, siyasi istikrarsızlık, eğitim seviyesinin düşüklüğü gibi birçok unsur bu sorunun oluşmasında belirleyici olmaktadır. Ekonomik kaynakların belli kişi veya grupların tekelinde toplanması, zengin-fakir arasındaki gelir uçurumunun yüksek olması, işsizlik, yolsuzluk ve rüşvet gibi sebepler, sosyal adaletsizliği tetikleyen başlıca unsurlar olarak dikkat çekmektedir. Sıralanan bu koşullara dayalı ekonomik geri kalmışlık, İslam ülkelerinde mevcut insani krizlerin ortaya çıkışında hem sebep hem de sonuç durumundadır. 2010 yılı sonlarında Tunus’ta başlayarak birçok İslam ülkesinde barışçıl ayaklanmalara yol açan Arap Baharı gösterilerinde ortak taleplerden biri “aş/ekmek” sloganıyla ifade edilen ekonomik yetersizlikti.
1,8 milyarla dünya nüfusunun %24’ünü oluşturan İslam ülkeleri, uluslararası ekonomide önemli bir yere sahiptir. Dünya toplam gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYİH) %15,3’ünü oluşturan İslam ülkeleri, toplam üretimin ise ancak %8,2’sini gerçekleştirmektedir. Dünya genelinde ekonomik büyüklük olarak ABD (%15,3) ve Çin’in (%18,2) ayrı ayrı payları, İslam ülkelerinin toplam payından fazladır.[11] Bu bağlamda İslam ülkelerindeki mevcut ekonomik potansiyelin yeterince kullanılamadığı açıkça anlaşılmaktadır.
İslam ülkelerinin birçoğunda hâlen birincil ekonomik faaliyet tarım olsa da genel olarak en büyük katma değeri %52,7’lik oranla hizmet sektörü sağlamaktadır. Ekonominin en önemli unsurlarından biri sayılan sanayi üretimi ise %35,8’lik katma değer oranıyla ikinci sırada yer almaktadır; tarım, balıkçılık ve ormancılığın ekonomiye katkıları %11,5 ile nispeten daha küçüktür.[12]
2013 yılında toplam gelirleri 15,8 trilyon dolar olan İslam ülkelerinde bu rakam 2017’de 19,4 trilyon dolara yükselmiştir. 2017 yılında toplam gelirin (GSYİH) %73,9’u 10 ülkeden kaynaklanmıştır. Endonezya, %15,5 ile bu toplamda en yüksek paya sahipken onu %12,9 ile Türkiye takip etmektedir; daha sonra sırasıyla Suudi Arabistan (%10,4), İran (%6,6) ve BAE (%5,7) gelmektedir.[13] İslam ülkelerinin genel ekonomik performansı, bu 10 ülkedeki gelişmelere oldukça bağımlı durumdadır. Bu rakamların bir diğer olumsuz özelliği ise, söz konusu öncü ülkelerden dördünün (Suudi Arabistan, İran, BAE ve Nijerya) ihracat kazançlarının ham madde ihracatına yani petrol ve doğal gaz satışına dayanmasıdır; dolayısıyla katma değeri yüksek ihracat yerine petrol ihracatına bağımlı olunması, bu ülke ekonomilerini kırılgan hâle getirmektedir.
İslam ülkelerinde kişi başına düşen ortalama gelir 2013 yılında 9.812 dolar (dünya genelinde aynı tarihte kişi başına düşen gelir 14.889 dolar) iken 2017 yılında 11.137 dolar (dünyada 17.225 dolar) seviyesine yükselmiştir. İslam ülkeleri arasında kişi başına düşen gelir değerlendirildiğinde %16,4’lük oranla Katar birinci sırada gelirken onu %10 ile BAE ve %8 ile Brunei izlemektedir.[14] Katar, dünya genelinde kişi başına düşen gelirde yedinci sıradadır. Söz konusu rakam İslam ülkelerinin ortalamasından 5,5 kat fazladır. Bu fark, İslam ülkeleri arasındaki gelir uçurumunun yüksekliğini ve eşitsizliğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Özetle İslam ülkelerinde dünya ortalamasının oldukça altında seyreden toplam gelir miktarı ve kişi başına düşen gelir miktarı, mevcut kaynakların paylaşımındaki adaletsiz dağılımı yansıtmaktadır.[15]
İslam ülkelerinde büyüme oranları ortalama %3,8 civarındadır. Bu rakam geçmiş yıllara göre önemli bir düşüşe işaret ederken, küresel ekonomik krizler de büyüme üzerinde olumsuz rol oynamıştır. Petrol fiyatlarındaki artışın, en azından bazı İslam ülkelerindeki büyüme oranlarını arttıracağı tahmin edilmekte ve 2019’da bu oranın %4,2 olması beklenmektedir. Fildişi Sahili %7,8 büyüme oranıyla İslam ülkeleri arasında en hızlı büyüyen ülkedir. Onu sırasıyla Senegal (%7,2), Tacikistan (%7,1), Bangladeş (%7,1) ve Türkiye (%7) takip etmektedir.[16]
Ekonomik anlamda İslam coğrafyasının en bariz özelliklerinden biri, sahip olduğu yer altı zenginlikleridir. İslam ülkeleri, küresel petrol rezervlerinin %58,6’sına tekabül eden 964 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervine sahiptir; ayrıca küresel doğal gaz rezervlerinin %58’ine karşılık gelen toplam 4 trilyon metreküp doğal gaz rezervleri vardır. Altın da dâhil olmak üzere değerli emtia konusunda İslam ülkelerinin kanıtlanmış rezerv oranları yıldan yıla artış göstermektedir (1996’da %12,5 iken 2016’da %26,4 olmuştur). İslam ülkelerinin toplam dünya rezervlerindeki ortak payı 1996 yılında %9 iken bu rakam 2016 yılında %13,3’e yükselmiştir.[17]
Petrol ve doğal gaz başta olmak üzere, üretim için gerekli temel ham maddelerin önemli bir kısmı İslam ülkelerinden çıksa da bu servetin dağılımı oransal olarak dengeli olmadığından birçok İslam ülkesinde millî gelir, kişi başına düşen gelir ve büyüme oranları gibi temel ekonomik göstergeler dünya ortalamasının oldukça altındadır. İslam ülkelerinin mevcut kaynaklarını yeterli ve etkili kullanamaması, buralardaki işsizlik ve enflasyon oranlarını da arttırmaktadır.
2018’de dünya genelinde işsizlik oranı 172,5 milyon kişi ile ortalama %5 olurken,[18] İslam ülkelerinde bu oran daha yüksek bir seyir izleyerek 2000 yılından bu yana %7,5 ve %6,8 seviyelerinde seyretmektedir. Bazı İslam ülkelerinde kadınların istihdamı konusunda birçok adım atılsa da 2017 yılında kadın işsizlik oranı %9,3 ile en yüksek seviyesine ulaşmıştır; bu oran erkekler arasında %6,6 civarındadır. İslam ülkeleri arasında en düşük işsizlik oranı %0,1 ile Katar’dadır. Buna karşın 2006’dan bu yana uygulanan abluka sebebiyle Filistin %27,4 ile en yüksek işsizlik oranına sahip İslam ülkesidir; bu oran Gazze’de %52’yi bulmaktadır.[19] En yüksek işsizlik oranı sıralamasında Filistin’i Mozambik (%25) ve Gabon (%19,7) takip etmektedir.[20]
İslam ülkelerindeki en büyük problemlerden biri de toplam nüfusun önemli bir kısmını oluşturan gençler arasındaki yüksek işsizlik oranıdır. İslam dünyasında toplam genç işsizlik oranı %15,3’tür; yani çalışma çağındaki 64 milyon genç, işsizdir. En yoğun genç işsizlik oranı %34 ile Kuzey Afrika’dadır, ardından %25,6 ile Arap ülkeleri gelmektedir.[21]
İslam dünyasının ekonomik görünümünü etkileyen önemli unsurlardan olan enflasyon oranı da dünya ortalamasının üzerindedir. Küresel enflasyon oranı 2017’de %5,5’i bulurken, İslam ülkelerindeki enflasyon ortalaması %6,5 olarak hesaplanmıştır. 2017 yılında en yüksek enflasyon oranı %32,4 ile Sudan’da ölçülmüştür; ardından Libya (%28) ve Mısır (%23,5) gelmektedir; Türkiye ise %11,1’lik oranla 10. sırada yer almaktadır.[22]
Ekonomik alandaki bir diğer gösterge de ülkelerin sahip olduğu dış borç oranlarıdır. İslam ülkelerinin toplam dış borcu 2005 yılından bu yana %116,5 artarak 2016 yılında 1,6 trilyon dolara ulaşmıştır. Bu bağlamda 21 İslam ülkesi Dünya Bankası tarafından “Ağır Borçlu Yoksul Ülkeler” kategorisinde değerlendirilmektedir. Toplam dış borcun yaklaşık %80’i uzun süreli, %20’si kısa süreli borçlardır. 2016 yılı rakamlarına göre toplam dış borcun %25’ini oluşturan 406 milyar dolar ile en yüksek dış borca sahip ülke Türkiye’dir; Türkiye’yi Endonezya, Malezya, Kazakistan ve Pakistan izlemektedir.[23] Bununla birlikte, bir ülkenin ekonomik çıktısının büyüklüğü göz önüne alındığında, borç stokunun mutlak büyüklüğüne bakmak yanıltıcı olabilmektedir. Bu noktada dış borcun gayrisafi millî hasılaya (GSMH) oranı daha sağlıklı bir sonuç verecektir. Bu yöntemle incelendiğinde en borçlu ülke %135,1’le Kazakistan’dır. Bunu borç/GSMH oranları %125-%71 arasında değişen Kırgızistan, Arnavutluk, Ürdün ve Mozambik izlemektedir.[24]
İnsani Kalkınmışlık Durumu
İslam dünyasındaki insani durumu anlamaya yardımcı olacak göstergelerin başında kuşkusuz insani kalkınmışlık seviyesini gösteren rakamsal veriler gelmektedir. İnsani kalkınmışlık denilince ele alınması gereken temel başlıklar; gıda güvenliği, temiz suya erişim, sağlık, eğitim ve çocukların durumuna ilişkin göstergelerdir.
Gıda Güvenliği ve Su Kaynaklarının Kullanımı
Gıda güvenliği dört sacayağı üzerine kuruludur: güvenli gıdanın var olması, ona erişim, ondan faydalanma ve istikrar.[25] Gıdanın üretilmesi, üretilen gıdaya erişimin sağlanması, var olan ürünün faydalanılabilir hâle getirilmesi ve bu döngünün istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi, gıda güvenliğinin vazgeçilmez aşamalarıdır. Gıda kaynaklı sorunlar, doğrudan halk sağlığını tehdit eden boyutlar taşıdığı gibi, ekonomik anlamda da -gıda kıtlığından kaynaklı- birçok toplumsal olumsuzluğu beraberinde getirmektedir. Bir ülkede gıdaya erişimin sorun olması, yoksulluk, şiddet ve istikrarsızlığın temel sebebi olabilmektedir.
Gıda güvenliğinin temelinde, bir ülkenin kendi halkını besleyecek miktarda tarımsal üretime sahip olup olmaması bulunmaktadır. Hâlihazırda 7,7 milyar olan dünya nüfusunun 2050’de %68’i kentlerde yaşayan 9,8 milyar kişiye ulaşması beklenmektedir.[26] Nüfusun, bilhassa kentleşmenin artması, doğal olarak tarımsal üretimde çalışan nüfusun azalmasına yol açacaktır. İklim değişikliğinin birçok bölgede tarımsal üretimi olumsuz etkileyeceği de hesaba katılınca, gıda kaynaklı sorunların artması kaçınılmaz görünmektedir.
İslam ülkelerinde gıda güvenliği hususunda son yıllarda bazı ilerlemeler kaydedilse de bu konuda hâlihazırda alınması gereken pek çok önlem bulunmaktadır. İslam ülkelerinin çoğunda gıdaya erişim konusunda değil ama gıda kalitesi ve yeterli beslenme konularında ciddi riskler bulunduğu söylenebilir. Örneğin Çad ve Tacikistan’da bazı küçük ilerlemeler gözlemlense de 13 İslam ülkesinde 2014-2016 döneminde 2009-2011 dönemine göre yetersiz beslenme oranlarında artış görülmüştür. Bu ülkeler arasında en yüksek artış Uganda’da kaydedilmiştir; ardından Gine Bissau, Sierra Leone ve Yemen gelmektedir. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) tahminlerine göre dünyada toplam yetersiz beslenen insanların %27,5’ine tekabül eden 200 milyon kişi İslam ülkelerinde yaşamaktadır.[27] Güvenliğin azalması, çatışma ve işgallerin artması ve yaşanan doğal afetler de dünya genelinde yetersiz beslenmenin artmasına sebep olan başlıca hadiselerdir.
Gıda güvenliğinin sağlanmasında en önemli faktörlerden biri de şüphesiz tarımsal üretimdir. İslam ülkeleri tarımın; ekilebilir arazi, tarımsal iş gücü ve su kaynakları şeklindeki üç bileşeninden en az birine sahiptir. Çalışan insanların üçte biri tarım sektöründe istihdam edilmektedir. Dünya genelinde tarıma elverişli toplam alanın %28’i (1,37 milyar hektar) İslam ülkeleri sınırları içerisindedir; bunun da önemli bir kısmı (%72,8 veya 996 milyon hektar) hayvancılık için gerekli olan çayır ve meralardır.[28]
Birçok İslam ülkesinin bulunduğu Batı Asya ve Kuzeydoğu Afrika, sınırlı su kaynakları olan kurak ve yarı kurak bölgelerdir. Bu coğrafyalarda yer alan İslam ülkelerinin çoğu, yeni su kaynakları oluşturmak için gereken teknolojik ve ekonomik yeterliliğe sahip olmadıkları için de şiddetli su kıtlığıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bu konu, nüfusun hızla artması ve ekonomik kalkınma ile ilişkili olarak kişi başına su kullanımının artması gibi sebeplerle daha da kritik hâle gelmektedir. Bu nedenle sulama sistemlerinin ve tekniklerinin geliştirilmesi yoluyla tarımda su kaynağının etkin kullanımı, özellikle de su kıtlığı olan bölgelerde sürdürülebilir tarımsal kalkınma ve gıda güvenliği için en acil ihtiyaçlardan biridir.
FAO’nun tahminlerine göre, kişi başına düşen toplam içilebilir su kaynağı dünya genelinde 7.601 m3/yıl iken bu rakam İslam ülkelerinde 4.652 m3/yıldır. Bugün 26 İslam ülkesi su stresinden ve/veya su kıtlığından muzdariptir. Bu ülkelerin 14’ü mutlak su kıtlığı çekmektedir. Su stresi ve/veya kıtlığı olan ülkeler, su ihtiyacını karşılamak için büyük oranda dış kaynağa bağımlıdır.[29]
Gıda üretiminde suyun kullanımı, hem çevresel (özellikle su mevcudiyeti) hem de sosyoekonomik koşulları (nüfus yoğunluğu ve kurumsal kapasite) yansıtan geniş bir yelpazede değişmektedir. Bazı ülkeler öncelikle gıda üretimi için yağmurla beslenen sulamaya güvenirken; Cezayir, Mısır, Libya, Suriye, BAE gibi ülkeler de gelişmekte olan sofistike altyapılarla sulamaya ihtiyaç duymaktadırlar.
Sağlık
Dünya genelinde toplam sağlık harcaması ortalama 7,7 trilyon dolar düzeyinde olmakla birlikte, bu mali kaynak eşit bir şekilde dağılmamaktadır. Küresel sağlık harcamalarının %77’sinin gelişmiş ülkelerde yapıldığı kaydedilmektedir. İslam ülkeleri bu alanda da endişe verici bir görünüm arz etmektedir. Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan İslam ülkelerinin küresel sağlık harcamalarındaki payı sadece %4’tür. İslam ülkelerinde kişi başına düşen sağlık harcaması ortalama 202 dolardır; bu ise 1.114 dolar olan dünya ortalamasının oldukça altındadır. Gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen sağlık harcaması en fakir İslam ülkesindekinden neredeyse 29 kat fazladır. Bu dengesizlik sadece Batılı ülkelerle değil, İslam ülkelerinin kendi aralarındaki eşitsizlikte de gözlenmektedir. Örneğin Katar’da kişi başı sağlık harcaması 2.555 dolar iken Nijer’de sadece 29 dolardır. Bangladeş, Togo, Gambia, Pakistan, Burkina Faso gibi birçok ülkede bu rakam 40 doların altındadır.[30]
Sağlık hizmetlerinin hızlı ve etkili bir şekilde sunulabilmesi için doktor, hemşire ve ebelerin (sağlık çalışanı) sayısı, becerisi, verimliliği yanı sıra hastanelerin kapasitesi de oldukça önemlidir. Dünya genelinde 33 milyon sağlık çalışanı bulunmaktadır ve bunların sadece %12’si (4,1 milyon) İslam ülkelerindedir. 2000-2014 arası dönemde dünya genelinde her 10.000 kişiye yaklaşık 15 doktor, 33 hemşire düşerken gelişmiş ülkelerde bu rakam sırasıyla 30 ve 95; İslam ülkelerinde ise 8 ve 18 olarak kaydedilmiştir. Somali (1-5), Nijer (1-6), Sierra Leone (1-9), Çad (2-3) ve Afganistan (2-7) gibi en kötü durumdaki ülkelerde 10.000 kişi için üçten daha az sağlık personeli bulunmaktadır. Bu ülkelerde acil olarak sağlık çalışanlarına ihtiyaç duyulmaktadır.[31]
Öte yandan dünya genelinde her 100.000 kişiye ortalama 1,3 hastane düşerken İslam ülkelerinde bu rakam 0,9’a kadar düşmektedir. Senegal, Bangladeş, Burkina Faso, Gine, Afganistan, Mısır, Irak gibi ülkelerde her 100.000 kişiye düşen hastane sayısı 1’den azdır.[32]
Mevcut hastane hizmetlerine erişimde ve hastaların bakımında en önemli göstergelerden biri de yatak sayısıdır. Dünya ortalamasına göre her 10.000 kişiye yaklaşık 27,7 yatak düşerken, İslam ülkeleri özelinde bu rakam her 10.000 kişiye ortalama 10,5 yatak olarak kaydedilmektedir. Bu da dünya ortalamasının neredeyse üçte birine denk gelmektedir. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında durum daha da vahim görünmektedir; zira bu ülkelerde her 10.000 kişiye 56,1 yatak düşmektedir.
Bu konuda İslam ülkelerinin kendi aralarında da ciddi bir dengesizlik gözlenmektedir. Kazakistan (72), Gabon (63) ve Tacikistan’da (55) her 10.000 kişiye 50’den fazla yatak düşerken bu oran 23 İslam ülkesi için her 10.000 kişide 10 yataktan daha azdır; İran (1), Mali (1), Gine (3), Nijer (3), Senegal (3), Çad (4), Sierra Leone (4) ve daha birçok ülkede durum çok daha kötüdür.[33]
Bir ülkedeki insanların genel sağlık durumu ve aldıkları sağlık hizmetinin kalitesi hakkındaki önemli göstergelerden biri de beklenen ortalama yaşam süresidir. Yoksulluk, yetersiz beslenme, temiz su ve sanitasyon erişimi gibi sosyoekonomik faktörler de bu süreyi doğrudan etkilemektedir.
İslam ülkelerinde 1990 ve 2015 yılları arasında, beklenen ortalama yaşam süresinde bir iyileşme gerçekleşmiş ve bu süre 1990 yılında 60,3 yıldan 2015 yılında 67,6 yıla kadar yükselmiştir. Bu dönemde dünya çapındaki ortalama yaşam süresi ise 64,9’dan 72’ye çıkmıştır. Gelişmiş ülkelerdeki ortalama yaşam süresi, tüm gruplar arasında en yüksek seviye olan 81,3 yıl civarındadır. Ortalama yaşam sürelerindeki iyileşmeye rağmen İslam ülkeleri, dünya ortalamasının hâlâ oldukça gerisindedir.
İslam ülkelerinde beklenen en düşük ortalama yaşam süresi, Sahra altı Afrika’da (59 yıl), Latin Amerika ve Karayipler’de (68,9 yıl) ve Güney Asya’da (69,7 yıl) bulunan ülkelerde görülmektedir. 2015 itibarıyla İslam ülkeleri arasındaki en yüksek ortalama yaşam süresi 79,5 yıl ile Lübnan’da kaydedilmiştir; buna karşın Sierra Leone’de bu süre 51,4 yıldır. Bu, İslam ülkeleri arasındaki en düşük ortalama yaşam süresi rakamıdır.[34]
Bir ülkenin sağlık alanındaki durumunu değerlendirmek ve bu alandaki ilerleme düzeyini anlamak için en yaygın yöntemlerden biri, yetişkin ölüm oranlarına bakılmasıdır. Bu oran, 15 ila 60 yaş arasında her 1.000 kişide kaç kişinin öldüğünü göstermektedir.
1990 yılında dünya genelinde 1.000 kişide 254,2 olan erkek nüfus için ortalama yetişkin ölüm oranları, 2015’te 206,1’e; kadın nüfus için 177,6’dan 142,8’e gerilemiştir. İslam ülkelerinde de yetişkin ölüm oranları rakamlarının düşüşte olduğu belirtilmektedir. Buna göre 1990 ve 2015 yılları arasında, söz konusu rakamlar erkekler için 273,2’den 213,4’e; kadınlar için de 212’den 160,2’ye gerilemiştir. Ülke düzeyinde kadın nüfus için en düşük yetişkin ölüm oranları Katar’da (46,9), en yükseği ise Sierra Leone’de (392,9) kaydedilmiştir. Erkek nüfus için en düşük oran yine Katar’da (65,6), en yüksek oran ise Fildişi Sahili’nde (415,9) kaydedilmiştir. Bu rakamların anlamı şudur; örneğin Fildişi Sahili’nde 15-60 yaş aralığında olan her 1.000 yetişkin erkekten 415’i farklı sebeplerle hayatını kaybetmektedir. Bu da ülkedeki ölüm oranlarının yüksek olduğunu ve dolayısıyla sağlık konusunda ciddi sorunlar bulunduğunu göstermektedir.[35]
İslam ülkelerinde ulusal ve uluslararası kurumların bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklara karşı mücadele çabaları sayesinde yetişkin ölüm oranlarında 1990-2015 döneminde düşüş eğilimi gözlenmiştir; ancak bu iyileşme dünya ortalamalarını yakalamak için henüz yeterli değildir. İslam ülkelerinin yetişkin ölüm oranlarını daha da azaltmak ve daha eşit toplumlar yaratmak için sağlık hizmetlerine daha fazla yatırım yapmaları gerekmektedir. Bu çabaların başarısı için, uluslararası toplumla iş birliği yapmak ve bu konuda başarısını kanıtlamış ülkelerin (ör. Türkiye) deneyimlerinden yararlanmak önemlidir.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, ölümlerin başlıca üç sebebi bulunmaktadır: bulaşıcı hastalıklar, bulaşıcı olmayan hastalıklar ve yaralanmalar. Ülkelerin kalkınmışlık seviyeleri sadece ölüm oranlarını, yaşam süresi beklentisini ve vatandaşlarının yaşam kalitesini etkilemekle kalmaz, aynı zamanda ölüm nedenlerini de belirler. Ülkeler geliştikçe, önlenebilir bulaşıcı hastalıklara karşı mücadele için daha fazla yatırım yapabilmekte ve bu tür hastalıklar sebebiyle ölüm oranları azalmaktadır. Dünya genelinde toplam ölümlerin %68’i bulaşıcı olmayan hastalıklardan kaynaklanırken, bulaşıcı hastalıkların ölüm oranlarına etkisi %22,5 civarındadır. İslam ülkelerinde ise bulaşıcı olmayan hastalıklardan ölüm oranı %66 iken bulaşıcı hastalıkların ölümlere yol açma oranı %24’tür.[36]
HIV/AIDS, ishal, sıtma, zatürre, verem ve çocuk felci, ölüme yol açan başlıca bulaşıcı hastalıklardır. HIV’den bugüne kadar 78 milyon kişi etkilenmiş, 39 milyon kişi bu virüs sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Kan, anne sütü ve cinsel yollarla bulaşan HIV, en yoğun olarak Sahra altı Afrika ülkelerinde görülmektedir. Bu bölgede yaşayan her 20 yetişkinden 1’i bu virüsle mücadele etmektedir. İslam ülkelerinin büyük bölümünde, alınan önlemler ve yaşam tarzı nedeniyle HIV oranları çok daha düşüktür.[37]
İshal sebebiyle ölümler daha çok çocuklar arasında görülmektedir. İshal, dünya genelinde beş yaş altı çocuk ölüm sebepleri sıralamasında ikinci gelmektedir. Her yıl yaklaşık 525.000 çocuk ishal sebebiyle hayatını kaybetmektedir. Güvenli içme suyu ve yeterli sanitasyon hizmetleri ile büyük oranda önlenebilir bir hastalık olan ishal, özellikle Afrika ve Güney Asya ülkelerinde yaygındır.[38]
Geliştirilen yöntemlerle önlenebilir ve iyileştirilebilir bir hastalık olan sıtma, 2013 yılında Afrika’da 584.000 çocuğun ölümüne yol açmıştır. İslam ülkelerinde yılda ortalama 3,8 milyon sıtma vakası yaşanırken 2015 yılında kritik bir artışla bu rakam 45,3 milyona çıkmıştır. Aynı yıl dünya genelinde 88 milyon sıtma vakası tespit edilmiştir.[39]
Zatürre, dünya genelinde bulaşıcı hastalıklardan kaynaklı gerçekleşen çocuk ölümlerinin başlıca sebebidir. Sadece 2015 yılında 920.136 çocuk bu sebeple hayatını kaybetmiştir. Yaygın olarak Sahra altı Afrika ve Güney Asya’da görülmektedir.[40]
Altı ay süreli bir antibiyotik uygulaması ile tedavi edilebilen verem (tüberküloz) sebebiyle 2015 yılında dünya genelinde 5,9 milyon erkek, 3,5 milyon kadın ve 1 milyon çocuk hayatını kaybetmiştir. Bahsi geçen ölümlerin %95’inden fazlası düşük ve orta gelirli ülkelerde gerçekleşmiştir.[41]
Eğitim
Ülkelerin millî gelirlerinden eğitime ayırdıkları pay, genel olarak eğitim konusuna yaklaşımlarını göstermenin yanı sıra ülkedeki okuryazarlık oranı, eğitim altyapısı, okullaşma oranı vb. birçok veriyi de doğrudan etkilemektedir. Gelişmekte olan ülkelerin ihtiyaçlarının daha fazla olduğu düşünüldüğünde eğitime ayırmaları gereken payın da dünya ortalamasının üzerinde olması gerektiği açıktır.
İslam ülkelerinde genel ortalama itibarıyla millî gelirin %3,7’si eğitim için harcanmaktadır. 11 İslam ülkesinin eğitim harcamaları dünya ortalamasına (%4,8) eşit veya daha yüksektir; GSYİH’sının %7,1’ini eğitime ayıran Senegal, bu konuda başı çekmektedir.[42] Ancak eğitime ayrılan payın yüksek olması, o ülkedeki eğitim sisteminin çok iyi işlediği anlamına gelmemektedir; çünkü ülkelerin genç nüfusunun ve dolayısıyla öğrenci sayısının yüksek olması, ilgili ülkedeki okul ihtiyacını artırmaktadır. Okul sayısındaki artış ve özellikle okullaşmanın artışı, genel idari giderlerle öğretmen giderlerini de artırdığı için, eğitim bütçesinin önemli bir bölümü bu kalemlere harcanmaktadır.
Dünya genelinde okuryazarlık oranı ortalama %82,5 iken İslam ülkelerinde bu oran %70,3 düzeyindedir. Kadın ve erkekler arasındaki okuryazarlık oranları karşılaştırıldığında ise İslam ülkelerindeki durum daha da düşük görünmektedir. İslam ülkelerinde erkek okuryazarlık oranı ortalama %76,1 iken kadınlarda bu oran %64,7’dir. Dünya genelinde ise, erkek okuryazarlık ortalaması %86 iken kadınların ortalaması %79,2’dir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 19 İslam ülkesindeki okuryazarlık oranı dünya ortalamasından yüksek görünmektedir. Bu ülkelerden Özbekistan (%100), Azerbaycan (%99,8), Kazakistan (%99,8), Maldivler (%98,6) ve Ürdün (%97,9) ilk dörtte yer almaktadır. 14 İslam ülkesinde ise yetişkinlerin yarısından fazlası okuma yazma bilmemektedir; Nijer (%15,5) ve Çad (%22,3) bu konuda en kritik durumda olan iki ülkedir.[43]
İslam ülkelerinde yapılan farklı kampanyalar ve bilinçlendirme çabaları sonuç vermiş ve 2000-2016 arasında okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise kayıtlarında artış yaşanmıştır. Bu süreçte özellikle yükseköğrenimde de ciddi bir artış gözlenmiş ve oran %19,6’dan %31,6’ya yükselmiştir. Bütün bu ilerlemelere rağmen İslam ülkelerindeki rakamlar dünya ortalamasının hâlâ gerisindedir. Zira aynı dönemde dünya genelinde toplam okul kayıtları %37,2’den %45,2’ye yükselmiştir. 2016 yılında altı İslam ülkesi, yükseköğrenim kayıtlarında dünya ortalamasının üzerinde bir oran yakalamıştır. Bu ülkeler İran (%68,9), Suudi Arabistan (%66,6), Arnavutluk (%61,2), Bahreyn (%46,6), Kazakistan (%46,1) ve Kırgızistan’dır (%45,9).[44]
Son yıllarda toplam okullaşma oranları artmasına rağmen ilkokul çağındaki okul dışı çocukların sayısındaki artış da önemli bir risk faktörü olarak dikkat çekmektedir. Okul dışında kalan çocukların sayısındaki bu artışın başlıca nedenleri arasında; nüfusun hızla artmasına karşın okullaşmanın aynı hızla sağlanamaması, yoksulluk, çocuk işçiliği, toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, engelli bireyler için kurumsal engeller, çatışma vb. bulunmaktadır.
2016’da İslam ülkelerinde ilkokul çağında olduğu hâlde okula gidemeyen çocukların sayısı önceki yıllara göre artarak 19,5 milyon olmuştur.[45] Genel okul çağındaki nüfus ile karşılaştırıldığında bu rakam oldukça büyük bir soruna işaret etmektedir. Zira 2006-2016 döneminde İslam ülkelerinde ilkokul çağındaki erkek çocukların %17,2’si, kız çocukların %18,9’u okula gidememiştir; Somali, Çad, Burkina Faso gibi Sahra altı Afrika ülkelerinde kız çocuklarının en az %50’sinin okula gidemediği bilinmektedir. Buna karşın Türkiye, Kazakistan, Filistin, Endonezya, Kırgızistan gibi ülkelerde eğitimde cinsiyet ayrımcılığını sona erdiren politikalarla okula gidemeyen kız çocukların oranı %1’lerin altına düşmüştür.[46]
Kadınlar ve Çocuklar
Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun yaşanan çatışmalardan, doğal afetlerden, insan hakkı ihlallerinden, yetersiz sağlık, eğitim ve istihdam koşullarından toplumun bazı kesimlerinin daha fazla etkilendiği bilinmektedir. Bu bağlamda özellikle kadınların ve çocukların insani krizlerden en fazla zarar gören, en kırılgan kesimi oluşturduğu görülmektedir. İslam ülkelerinin bu konudaki genel görünümü de oldukça olumsuz bir tablo ortaya koymaktadır.
İslam ülkelerinde dünya ortalamasıyla paralel olarak (15 yaş altı) çocuk nüfusu yıldan yıla hızla artmaktadır. İslam coğrafyasında 1990 yılında 430 milyon olan çocuk nüfusu, 2016’da 602 milyona yükselmiştir.[47] Nüfuslarının ortalama üçte biri 15 yaş altı çocuklardan oluşan İslam ülkeleri, dünyada en genç nüfusa sahip ülkeler grubundadır. Kadınlar ise dünya ortalamasına uygun olarak nüfusun yaklaşık %50’sini oluşturmaktadır. Toplumların önemli bir kısmını oluşturan kadın ve çocuklara dair; anne-bebek ölümleri, okuryazarlık oranı, eğitime katılım, kadın işsizliği, çocuk işçiler, çocuk askerler gibi konular, ilgili toplumun bu tür krizlerden hangi boyutta etkilendiğini ortaya koyan başlıca göstergelerdir. Olası bir insani krizde yukarıda bahsi geçen koşulların gerçekleşme oranı, toplumun geleceğini inşa edecek bir perspektif oluşturmada nelere önem verilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Dünyanın birçok ülkesinde kadınların ortalama yaşam süreleri erkeklere göre daha uzundur. Fakat İslam ülkelerinde yaşayan kadınların ortalama yaşam süresi dünya ortalamasının altındadır. Dünya genelinde kadınların yaşam süresi ortalama 74,7 yıl iken İslam ülkelerinde 69,8’dir. Bu konuda en düşük yaşam süreleri Afrika ülkelerindedir; örneğin kadınlarda en genç ölümler 52,4 yaş ile Sierra Leone’de görülmektedir.[48]
Dünya genelinde 15 ila 60 yaş arasındaki her 1.000 kadından ortalama 140’ı bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar sebebiyle hayatını kaybederken İslam ülkelerinde bu rakam her 1.000 kadından 158’idir. Ölümlerin en yoğun olduğu bölge yine Sahra altı Afrika’dır. Burada genel manada ölüm sebepleri benzerlik gösterirken kadınlar özelinde en yaygın ölüm vakaları, doğumla ilgili komplikasyonlar sebebiyle yaşanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün tahminlerine göre, 2015 yılında dünyada yaklaşık 300.000 kadın gebelik ve doğum sırasında önlenebilir sebepler yüzünden hayatını kaybetmiştir. Bu ölümlerin %49’u (149.000 anne ölümü) İslam ülkelerinde gerçekleşmiştir. Nijerya (%38,9), Pakistan (%6,5) ve Endonezya’daki (%4,3) anne ölümleri tüm İslam ülkelerindeki toplam ölümlerin yarısını oluşturmaktadır.
Anne ölüm oranlarını azaltmak için yapılan çalışmalar sonucunda İslam ülkelerinde 1990 yılında 100.000 doğumda 559 olan anne ölümleri, 2015’te 326’ya gerilemiştir. %42 oranındaki azalmaya rağmen bu oran dünya ortalamasının hâlâ çok üzerindedir. Anne ölümlerinde ülke düzeyinde en yüksek ölüm 1.360 anne ölümü ile Sierra Leone’de kaydedilmiştir. Bu rakam aynı zamanda dünya genelindeki en yüksek orana tekabül etmektedir. Sierra Leone’yi Çad ve Nijerya takip etmektedir. Buna karşın en düşük anne ölümü dört ölümle Kuveyt’te gerçekleşmiştir.[49]
Bir ülkedeki sosyoekonomik kalkınmayı, sağlık hizmetlerinin genel kapsamını ve demografik dağılımı yansıtan göstergelerden biri de beş yaş altı çocuk ölüm oranlarıdır. 2015’te dünya genelinde 6 milyon çocuk, beş yaşını göremeden farklı sebeplerle hayatını kaybetmiştir. Çocuklar için doğduktan sonraki ilk bir aylık süreci kapsayan yeni doğan dönemi en riskli dönemdir. Toplam beş yaş altı çocuk ölümlerinin %47,4’ü İslam ülkelerinde görülmektedir. Başka bir ifadeyle İslam ülkelerinde her gün yaklaşık 7.700 çocuk beş yaşını göremeden hayatını kaybetmektedir.
Alınan önlemler sonucu ölüm oranlarında her geçen yıl azalma olduğu da belirtilmelidir. İslam ülkelerinde 1990 yılında yeni doğan her 1.000 çocuktan 126’sı hayatını kaybederken, 2015 yılında bu rakam yarı yarıya azalarak 60 olmuştur. Buna rağmen dünya ortalaması ile karşılaştırıldığında bu konudaki en az iyileşmenin İslam ülkelerinde olduğu görülmektedir. İslam dünyasında beş yaş altı ölümlerin en yüksek olduğu ülke, 1.000 doğumda 139 ölümle Çad’dır; onu Somali, Sierra Leone ve Mali izlemektedir. Çocuk ölümleri Sahra altı Afrika’da yoğunlaşırken Türkiye ve Malezya gibi ülkelerle Arap ülkelerinde bu oranlar oldukça düşüktür. Bu konuda Bahreyn 1.000 doğumda 6 ölümle en düşük orana sahiptir.[50]
Bulaşıcı hastalıklar, gebelik süreci ve doğum komplikasyonları çocuk ölümlerinin başlıca sebepleridir. Esasında bunlar aşı, doğum öncesi sağlık hizmetleri, doğumlara nitelikli sağlık personelinin girmesi gibi temel ve basit tedbirlerle önlenebilir veya tedavi edilebilir sebeplerdir. Bu noktada ekonomik yetersizlik ve bilgi eksikliği en temel meseleler olarak öne çıkmaktadır. Örneğin İslam ülkelerindeki hamile kadınların sadece %54’ü doğumdan önce düzenli sağlık kontrolü yaptırabilmektedir; Somali de bu oran %6,3’e kadar düşmektedir. 2010-2015 yılları arasında İslam ülkelerindeki doğumların sadece %63’üne doktor, hemşire ve ebeden biri veya birkaçı dâhil olmuştur. Somali, Sudan, Çad ve Nijer’de doğumların %70’inden fazlası, herhangi bir sağlık hizmeti ve yardımı alınmadan yapılmaktadır. Doğum esnasında profesyonel personelin veya desteğin sağlanmaması, hem bebeğin hem de annenin hayatı için ciddi riskler barındırmaktadır.[51]
Yapılan araştırmalar, sağlıkla eğitim düzeyi arasında birebir ilişki olduğunu göstermektedir. Dünya Bankası verilerine (2018) göre, eğitimli bireyler daha uzun ve daha sağlıklı yaşamaktadır. Kadınlar için eğitim; tıbbi bilgi ve müdahalelerin artan farkındalığı ve kullanımı ile ilişkilidir. Ayrıca uzun vadeli bakıldığında, eğitimli annelerin toplumsal gelişime katkıda bulunan daha sağlıklı ve daha eğitimli çocuklar yetiştirdiği de bilinmektedir. Pakistan ve Senegal gibi ülkelerden gelen veriler, eğitimli annelerin çocuklarının daha yüksek aşılama oranlarına, daha iyi beslenmeye ve daha düşük ölüm oranlarına sahip olduklarını kanıtlamaktadır.[52] Benzer şekilde, eğitimli annelerin çocuklarına daha iyi eğitim verme olasılığı da diğerlerine göre daha yüksektir.
Hem ülkeler hem de bireyler için kaliteli eğitime erişimle ekonomik ve sosyal kalkınma arasında da doğrudan ve tartışılmaz bir bağ vardır. Eğitimde cinsiyetten kaynaklı engelleri kaldırmada başarılı olan toplumlar; sağlık, ekonomik seviye ve kalkınma konularında önemli avantajlar elde edecektir.[53] Bunun İslam ülkeleriyle ilgili ciddi bir boyutu da eğitimin toplumsal barış konusunda sağlayacağı bilinçtir. Eğitimli bir toplum yapısı üzerinden ilerleme gösteren ülkelerde, çatışma yaşama olasılığı daha düşüktür; çünkü eğitimli bir halkın birbirine karşı düşmanlaştırılması, radikalleştirilmesi ve kışkırtılması eğitimsiz olanlara göre daha zordur.
2015 yılında Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından yayımlanan bir rapora göre, her çocuğa eğitime erişimi ve topluma katılımı için gereken imkânı sağlamak, gelecek 80 yılda düşük gelirli ülkelerin GSYİH’sında yıllık ortalama %28’lik, yüksek gelirli ülkelerin ortalamasında ise %16’lık bir artışa yol açacaktır.[54]
Eğitim çalışmalarının kapsamını özellikle dezavantajlı grup olan kız çocukları ve yetişkin kadınlara yönelik genişletmek, toplumdaki ekonomik gelişmeyi ve kalkınmayı hızlandırmakta; özgürlük, adalet ve barışın korunmasına katkı sağlamakta; daha sağlıklı ve bilinçli nesillerin yetişmesine etki etmektedir. Fakat bütün çabalara rağmen gelişmekte olan ülkelerde kadınların eğitime katılım oranı erkeklerin oldukça gerisinde kalmaktadır. İslam ülkelerindeki kadınlar arasında okuryazarlık oranı erkeklerin 12 puan gerisinde kalarak %64,7’dir; bu oran dünya genelinde %79,2’dir.
Gençler arasındaki okuryazarlık oranı, genellikle yetişkinlerin okuryazarlık oranından daha yüksektir. İslam ülkelerindeki genç kızlar arasındaki okuryazarlık oranı %79,3 olarak verilmektedir ancak bu oran da dünya ortalamasının altındadır. Bu alanda kadın ve erkek arasındaki farkın en geniş olduğu yerler İslam ülkeleridir.[55]
Dünya genelinde 5 ila 14 yaş aralığındaki çocukların %15,8’i; İslam ülkelerinde ise %17’si çalıştırılmaktadır.
Somali, Nijer, Çad ve Burkina Faso gibi bazı Sahra altı Afrika ülkelerinde ilkokul çağındaki kızların %50’sinden fazlası okula gidememektedir. Buna karşın Kazakistan, Filistin, Endonezya ve Kırgızistan gibi ülkeler, eğitimde cinsiyet ayrımcılığını minimize ederek ilkokul çağında olup da okul dışı kalan kızların oranını %1’in altına düşürmeyi başarmıştır. Kız çocuklarının okul dışında kalma oranı, eğitim kademesi yükseldikçe artmaktadır; yani şu anda okul dışı olan ortaokul çağındaki kız çocukların oranı, ilkokul dışında kalanlardan daha fazladır. 2006-2016 döneminde, İslam ülkelerinde ortaokul çağındaki kız çocukların %23,3’ü, erkek çocukların %18,8’i okula gidememiştir.[56]
Eğitim oranlarına etki eden yapısal nedenler arasında; kızlara yönelik zorunlu eğitim politikaları ve programlarının olmaması, özellikle kırsal alanlardaki devlet okullarında altyapı tesislerinin yetersiz olması, müfredatın kalitesizliği ve öğretmen eksikliği sayılabilir. Ekonomik olarak az gelişmiş topluluklardan gelen ebeveynler, kızlarını, erken yaşta evlenmeleri, aile üyelerine bakmaları veya aile içi sorumluluk almaları için okuldan almaktadır. İslam ülkeleri arasında ortaöğretim düzeyinde okul dışı kalan kızların oranının en düşük olduğu ülke %0,4’le Türkmenistan, en yüksek olduğu ülke ise 72,6% ile Nijer’dir.[57]
Çatışmalar, çocukların ve kadınların hem fiziksel hem de zihinsel olarak ciddi biçimde etkilendiği bir süreci beraberinde getirmektedir. Hiçbir şekilde etkilerinin olmadığı bir savaşın kurbanı olan çocuklar, bu süreçte öldürülme, yetim kalma, ebeveynlerinden ayrı düşme ve her türlü istismara maruz kalma gibi sarsıcı olumsuzluklarla karşılaşabilmektedir. Uzun süreli çatışmalar, sayılan bu somut etkilerin yanı sıra özellikle çocukların hayallerini ve umutlarını öldürerek, karamsar bir gelecek öngörüsüyle onları psikolojik olarak da sorunlu nesiller hâline dönüştürmektedir. Çocukların hayal kuramadığı ve planlar yapamadığı bir toplumun daha iyi bir gelecek inşa etmesi ise neredeyse imkânsızdır.[58]
Çocuk evlilikleri ve çocuk işçiliği de çatışma dönemlerinde artan diğer önemli sorunlardır. Dünya genelinde evliliklerin %23,8’i 18 yaşından önce yapılırken %5,6’sı 15 yaş öncesinde yapılmaktadır. Çatışmaların ve temel ihtiyaçların eksikliğinin yoğun olarak yaşandığı İslam ülkelerinde, aynı oranlar sırasıyla %25,6 ve %7,1 ile dünya ortalamasının üzerindedir. Çocuk evliliklerinin (15 yaş öncesi) en yoğun görüldüğü ülke ise Çad’dır (%29).[59]
Çocuklara yönelik bir diğer temel istismar konusu da çocuk işçiliğidir. Her ne kadar tüm dünyada yasaklanmış olsa da hükümetlerin ve uluslararası kuruluşların attığı bütün adımlara rağmen çocuk işçiliği, önemli bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Dünya genelinde 5 ila 14 yaş aralığındaki çocukların %15,8’i; İslam ülkelerinde ise %17’si çalıştırılmaktadır. Son 10 yılda çocuklar arasında en yüksek çalışma oranı %26,6 ile Sahra altı Afrika ülkelerinde kaydedilmiştir. Oransal olarak en fazla çocuk işçinin Somali’de (%49) olduğu belirlenmiştir. Somali’de her 10 çocuktan 5’i çalışmak zorunda kalmaktadır. Somali’yi Kamerun (%47) ve Burkina Faso (%39,2) takip etmektedir. En düşük oranlar ise Ürdün (%1,6), Lübnan (%1,9), Tunus (%2,1) ve Kazakistan’da (%2,2) kaydedilmiştir.[60]
Engelliler
Dünya nüfusunun yaklaşık %15’i engelliliğin bir çeşidini yaşamaktadır.[61] Doğuştan veya sonradan ortaya çıkabilen engellilik durumu ile ilgili olarak toplumlara düşen sorumluluk her geçen gün daha da artmaktadır. Engelliliği ortaya çıkartan faktörlerden bir kısmı kimyasal dengesizlik, genetik sebepler, doğum öncesi hasar, kötü beslenme ve toksinlere maruz kalma gibi biyolojik sebeplere dayanırken bir kısmı duygusal, fiziksel veya cinsel istismar, yakın aile bireylerinden birinin ani kaybı gibi psikolojik travmalara bir kısmı da doğal afetler ve savaş gibi geniş çaplı yıkımlara bağlı gelişen zihinsel ve fiziksel rahatsızlıklara dayanmaktadır.
Fiziksel engellilik; kişinin beden sağlığının herhangi bir destek olmadan günlük aktivitelere ve sosyoekonomik faaliyetlere tam olarak katılmasına izin vermemesi durumudur. Fiziksel engeller, genetikle ilgili olan sebeplerden veya diyabet, kalp ve kanser gibi kronik hastalıklardan; trafik kazaları, doğal afetler, çatışmalar ve bazı bulaşıcı hastalıklar gibi dış etkenlerden kaynaklanmaktadır.
1970-2011 yılları arasında engelliliğin küresel çapta %5 oranında artığı gözlemlenmiştir. Engelliliğin toplumda oluşturduğu hasarı tespit için kullanılan “kayıp yıl” ölçeğine bakıldığında, İslam ülkelerindeki oran, dünya ortalamasından %10 daha fazladır. Dünya genelinde ortalama her 100 kişide 9,3 sağlıklı yıl kaybedilirken İslam ülkelerinde 10,4 sağlıklı yıl kaybedilmiştir. Batılı gelişmiş ülkelerde ise iyi işleyen sağlık sistemleri ve geniş kapsamlı rehabilitasyon mekanizmaları sayesinde bu süre 7,2 yıldır.
Engellilik nedeniyle kaybedilen sağlıklı yıllar açısından bakıldığında yaşanan çatışmaların ve işgallerin bir sonucu olarak İslam ülkeleri arasında Irak (19,4) ve Afganistan (15,3) en kötü durumdaki ülkelerdir. [62]
Engellilere yönelik gerekli destek hizmetlerinin sağlanabilmesinde engelli sayılarının ve engel durumlarının bilinmesi büyük önem arz etmesine rağmen birçok ülkede bu veriler düzenli bir şekilde toplanmamaktadır. Mevcut kısıtlı veriler doğrultusunda, engelli birey oranları açısından İslam ülkeleri arasında Endonezya’nın %21,3 ile ilk sırada geldiği, onu Kırgızistan (%20,2) ve Ürdün’ün (%12,6) takip ettiği görülmektedir; engellilik konusunda en düşük oran ise Malezya’da (%0,4) kaydedilmiştir. Engellilik yaygınlığı oldukça değişken olan İslam coğrafyasında her ülkenin kendine özgü sebeplerine göre çözümler üretmesi gerekmektedir.[63]
Engelli bireylerin hayatlarını kolaylaştırmak ve topluma katkı sağlamalarına imkân vermek için hem engellilere hem de topluma yönelik rehabilitasyon hizmetlerinin arttırılması, yardımcı aletlerle ilgili teknolojik yeniliklerin takip edilerek bunlara erişimin kolaylaştırılması için politikalar geliştirilmesi önem arz etmektedir. Rehabilitasyon çalışmalarıyla engellilerin eğitime, iş gücü piyasasına ve sivil hayata katılımları arttırılarak yaşam kalitelerinin iyileştirilmesi mümkün olabilmektedir. Psikolojik engellerle ilgili olarak da ruh sağlığı merkezlerinin ve ilgili sağlık personelinin sayısının arttırılması, özel ihtiyaçları olan bireylere ek sosyal hizmetler sağlanması için daha fazla kaynak ayrılması, toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir.
Bu bağlamda eş zamanlı olarak topluma yönelik rehabilitasyon çalışmaları yapılması da gerekmektedir. Bu çerçevede sağlık, eğitim, mesleki ve sosyal destek ile diğer hizmetleri sağlayan hükümet ve hükümet dışı kurumlar, engellilerin ve ailelerinin hayat kalitesini arttırarak onların temel ihtiyaçlarının karşılanması için ortak hareket edebilmelidir. Ayrıca tekerlekli sandalye, baston, protez, ortopedik cihazlar, gözlük, işitme cihazları gibi önemli yardımcı ürünlerin teminine yönelik destek politikaları geliştirilmesi de engellilerin hayatını kolaylaştırmak için atılması gereken önemli adımlardır.[64]
Doğal Afetler ve Afet Riski Durumu
Doğal afetler; meteorolojik ve jeolojik kökenli olarak iki ayrı kategoride değerlendirilmektedir. Sel, tsunami, fırtına, aşırı sıcaklık, sis, kuraklık, buzulların erimesi ve orman yangınları meteorolojik afetler kategorisinde yer almaktadır. Jeolojik afetler ise deprem, heyelan ve volkanik hareketleri kapsamaktadır.
Son 20 yılda dünya genelinde gerçekleşen doğal afetlere bakıldığında bunların %43,4’ünü (3.148) sellerin oluşturması, iklim değişikliğine bağlı afetlerin sayısında ciddi bir artış olduğunu göstermektedir.[65]
Afete hazırlık, müdahale ve erken uyarı sistemlerinin güçlendirilmesi konularında bazı ilerlemeler kaydedilmiş olmakla birlikte birçok ülkede yoksulluk, çevresel bozulma, hızlı kentleşme ve tehlike riski barındıran bölgelerdeki nüfus artışı gibi faktörlerin yönetimi konularında yetersiz kalınmaktadır. Dolayısıyla gerçekleşen doğal afetler sebebiyle ölüm, ekonomik kayıp ve etkilenen insan sayısı (yaralanma, evsiz kalma, yerinden olma, acil yardıma ihtiyaç duyma) rakamları oldukça yüksek seyretmektedir.
1998-2017 yılları arasında doğal afetler sebebiyle 1,3 milyon insan hayatını kaybetmiş ve en az 4,4 milyar insan yaralanmış, evsiz kalmış, yerinden olmuş veya acil yardıma ihtiyaç duyacak hâle gelmiştir. Jeolojik afetlerde meteorolojik afetlere göre daha fazla ölüm gerçekleşmektedir. Ölümlerin çoğunluğu deprem ve akabinde oluşan tsunamiden kaynaklanmaktadır. Son 20 yılda, doğal afetlerden kaynaklı toplam ölümlerin %56’sı (747.234 kişi) depremler sonucu meydana gelmiştir. İslam ülkeleri içinde depremlerin en sık görüldüğü yerlerden olan Endonezya, bu tür can kayıplarının en fazla yaşandığı ülkelerden biridir. Son 20 yıldaki doğal afetlerin %17’si (232.680 kişi ölmüştür) ise tropikal tufanlar ve kasırgalar ağırlıklı olmak üzere fırtınalardan kaynaklanmıştır.[66]
Son 20 yılda en fazla sayıda insanın etkilendiği doğal afet türü kuraklıktır. 1998-2017 yılları arasında 1,5 milyar kişiyi etkileyen kuraklık, İslam ülkelerinin önemli bir bölümünün bulunduğu ekvatoral kuşakta meydana gelmiştir. İklim değişikliği, su kaynaklarının azalması, kötü su yönetimi gibi sebeplerle artan kuraklık, en fazla Somali, Sudan ve Çad’ı etkilemiştir.
Dünya genelinde 1998-2017 yılları arasında doğal afetlerden etkilenen ülkelerin toplam ekonomik kayıpları 2,9 trilyon dolardır ve bu kaybın %77’si (2,2 trilyon dolar) iklimle ilgili afetler sebebiyle oluşmuştur.[67]
Dünya Bankası’na göre doğal afetler her yıl 26 milyon insanı yoksulluğa sürüklemektedir; ancak ilginç bir şekilde dünya genelinde gerçekleşen doğal afetlerin en fazla maddi zarara sebep olduğu ilk 10 ülkeden 9’u yüksek gelirli ülkelerdir. Fakat ülkelerin millî gelirleriyle karşılaştırıldığında, en çok kayıp yaşayan 20 ülke arasına sadece bir tane yüksek gelirli ülkenin girdiği görülmektedir; yani ekonomik kayıp yüksek gelirli ülkelerde daha fazla olsa da bu miktar millî gelire oranlandığında düşük gelirli ülkelerin ekonomik olarak doğal afetlerden daha fazla etkilendiği görülmektedir. Buna göre doğal afetlerin yol açtığı ekonomik kayıp, gelişmiş ülkelerde millî gelirin %0,41’i düzeyinde olurken, fakir ülkelerde bu oran %1,8’i bulmaktadır; bu da IMF’nin belirlediği %0,5’lik büyük ekonomik felaket eşiğinin üç kat üzerindedir.[68]
Dünya genelinde meydana gelen doğal afetlerin verilerinin tutulmasıyla ilgili de ciddi bir sorun yaşanmaktadır. Yüksek gelirli ülkelerde gerçekleşen doğal afetler daha ayrıntılı ve profesyonel bir şekilde raporlanıp kamuoyuyla paylaşılırken düşük gelirli ülkelerde meydana gelen doğal afetlerin raporlanması eksik ve yetersiz olmaktadır. Yüksek gelirli ülkeler 1998-2017 yılları arasında yaşadıkları afetlerin %53’üyle ilgili kayıplarını bildirirken, İslam ülkelerinin büyük bölümü dâhil düşük gelirli ülkeler, kayıplarının sadece %13’ünü rapor etmiştir; dolayısıyla düşük gelirli ülkelerdeki afetlerin yaklaşık %87’si için yeterli veri bulunmamaktadır. Bu nedenle bu rapordaki ekonomik istatistikler, düşük gelirli ülkeler söz konusu olduğunda buzdağının sadece görünen kısmıdır.
Son 20 yılda gerçekleşen afetlerde, İslam ülkelerinin büyük bölümünde ve düşük gelirli ülkelerde, felaketten etkilenen her 1 milyon kişiden ortalama 130’u hayatını kaybederken yüksek gelirli ülkelerde sadece 18 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu da birçok İslam ülkesinde ve yoksul ülkede, doğal afetlere maruz kalan insanların, zengin ülkelerdeki eşdeğer nüfustan yedi kat daha fazla ölüm riskiyle karşı karşıya olduğu anlamına gelmektedir. [69]
Ölüm dışındaki yaralanma, evini kaybetme, yerinden olma ve acil yardıma ihtiyaç duyma şeklindeki afet sonuçlarından ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde yaşayan insanların %1,3’ü etkilenirken birçok İslam ülkesinde ve düşük gelirli ülkede bu rakam %7,8’dir. Afet risklerini azaltma hedefini yatırım kararlarına entegre etmek, bu riskleri azaltmanın en ekonomik ve kalıcı yoludur. Bu nedenle afet riskini azaltmaya yönelik yatırımlar, günümüzün değişen iklim koşulları dikkate alındığında ülkeler için sürdürülebilir gelişme sağlamanın ön koşuludur.
Dünyanın en kalabalık ve büyük kıtası olan Asya kıtası, tarihsel olarak bütün küresel felaketlerden en fazla etkilenen yerdir. Son 20 yıldaki jeolojik afetlerin %62’si Asya kıtasında meydana gelmiştir. Bu da dünya genelindeki afetlerden etkilenen tüm insanların %85’inin Asya toplumları olduğunu göstermektedir. Eldeki veriler ayrıca bildirilen ekonomik hasarın %78’inin, ölümlerin %69’unun ve kaydedilen diğer tüm etkilerin büyük çoğunluğunun Asya ülkelerinde yaşandığını ortaya koymaktadır.[70] Bu ülkelerin başında da Endonezya, Pakistan ve Bangladeş gelmektedir.
İklimle ilgili doğal afetler yine Asya’da yoğunlaşsa da (%39) Avrupa’daki aşırı sıcaklıklar, Afrika’daki kuraklık, Okyanusya ve Amerika’daki fırtınalar, bu tür olayların daha geniş bir küresel dağılımı olduğunu ortaya koymaktadır. Ölüm oranları Asya’da yoğunluk gösterse de (%53) jeolojik afetlere göre iklimle ilgili afetlerde daha coğrafik bir dağılım olduğunu söylemek mümkündür. Amerika’da bildirilen yüksek ekonomik kayıplar (53%) büyük ölçüde fırtına hasarından kaynaklanmaktadır. Afetlerin sadece %39’u Asya’da gerçekleşmesine rağmen etkilenenlerin %86’sının bu kıtada olması, sadece nüfus yoğunluğu ile açıklanabilecek bir durum değildir. Nüfus yoğunluğunun yanı sıra düşük gelirli ülkelerin doğal afetler için yeterli önlemleri almamaları ve afet meydana geldikten sonra koordinasyonda yetersiz kalmaları da çok fazla sayıda insanın olumsuz sonuçlarla karşı karşıya kalmasına sebep olmaktadır. Bu tür afetlerle ilgili Okyanusya ve Afrika’daki rakamların daha düşük görünme sebebi ise, bu kıtalarda yer alan bazı ülkelerin rakamları kasıtlı olarak saklaması veya afetlerin raporlanmasında yetersiz kalmasıdır.[71]
İnsani Krizlerin Etkileri
Ölümler
Ülkelerin gelişmişlik düzeyi, hastalıklara bağlı ölüm sebeplerine doğrudan etki etmektedir. Hastalıklara dair metabolik riskler dışarıdan etkiye kapalı olsa da çevresel riskler ekonomik gelişmişlikle önlenebilmektedir. Sağlıklı ve yeterli beslenme, temiz suya erişim, sağlık altyapısının yeterli ve kolay ulaşılabilir olması (doktor, hemşire ve hastane sayısının yeterli olması, sağlık personelinin alanında uzman kişiler olması vb.) gibi unsurlar, hastalıkların ortaya çıkışının geciktirilmesini ve/veya erken önlem alınmasını sağlamaktadır. Anne-bebek ölümleri ve bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanan ölümler ise; genellikle basit sağlık kontrolleri, aşı, günlük temiz su ve besin ihtiyacının karşılanmasıyla büyük ölçüde önlenebilmektedir. Kalp damar hastalıkları, solunum yolu hastalıkları ve kanser gibi bulaşıcı olmayan hastalıklar; zatürre, tüberküloz, HIV/AIDS gibi bulaşıcı hastalıklar; trafik kazaları, idamlar, intiharlar, doğal afetler, çatışmalar, terör eylemleri ve daha birçok faktör başlıca ölüm sebepleridir. Dünya nüfusunun artması ölüm oranlarını arttırırken, nüfusun yaşlanması da 70 yaş üzeri ölümlerin artması sonucunu doğurmaktadır. Keza 2017 yılında dünya genelinde hayatını kaybeden toplam 56 milyon kişinin yaklaşık yarısının 70 yaş üzeri olduğu belirtilmektedir. Yetişkin ölümleri genellikle bulaşıcı olmayan hastalıklar sebebiyle gerçekleşirken bilhassa beş yaş altı çocuklarda bulaşıcı hastalıklar, yetersiz beslenme ve doğum sonrası komplikasyonlar en önemli ölüm sebepleri olarak öne çıkmaktadır.[72]
Gelişmiş ülkelerde ortalama yaşam süresi daha uzundur ve ölüm sebepleri de genellikle kanser, siroz gibi yaşam tarzına bağlı hastalıklarla ilgilidir. Bu ülkelerdeki beş yaş altı çocuk ölümlerinin temel sebebi ise, çoğunlukla doğumla ilgili komplikasyonlardır. Buna karşın gelişmekte olan ülkelerde ortalama yaşam süresi daha kısadır ve ölüm sebepleri de genellikle kötü beslenme ve yoksulluğa bağlı hastalıklardır. Bu ülkelerde anne-bebek ölümleri oldukça fazladır ve HIV/AIDS, tüberküloz, zatürre, ishal gibi önlenebilir bulaşıcı hastalıklar, başlıca ölüm sebepleri olarak öne çıkmaktadır.
2018 yılında dünya genelinde doğal afetler sebebiyle yaşanan can kayıplarının %79,8’i Asya’da meydana gelmiştir.
İslam ülkelerinde insani krizler sonucu meydana gelen ölümlerin ise genellikle yetersiz sağlık koşulları, doğal afetler ve çatışmalar (terörizm, iç savaş, devletler arası savaş vb.) sebebiyle yaşandığı görülmektedir. Önemli bir kısmı düşük ve orta gelirli olan İslam ülkelerinde yetersiz sağlık koşulları yüzünden hayatını kaybedenlerin oranı oldukça yüksektir. Bilhassa Sahra altı Afrika ülkeleri, beş yaş altı çocuk ölümleri ağırlıklı olmak üzere, önlenebilir hastalıklar sebebiyle gerçekleşen ölümlerde ilk sıralarda yer almaktadır. İslam ülkelerinde bu nevi ölümlerle ilgili yıllık rakamlar öngörülebilmekle birlikte, genellikle beklenmedik zamanlarda birdenbire ortaya çıkan doğal afetler ve çatışmalara bağlı can kayıplarının boyutlarını tahmin etmek pek mümkün olamamaktadır.
En fazla ölüme sebebiyet veren doğal afetlerin başında depremler gelmektedir. Son 20 yılda doğal afetlerden kaynaklı ölümlerin %56’sı (747.234 kişi) depremler sonucu gerçekleşmiştir; bunu fırtına (%17), kuraklık (%13) ve seller (%11) izlemektedir.[73] Doğal afetlerden en yoğun şekilde etkilenen ülkeler Asya’daki İslam ülkeleridir. Örneğin 2018 yılında dünya genelinde doğal afetler sebebiyle yaşanan can kayıplarının %79,8’i Asya’da meydana gelmiştir; bu kayıpların önemli bir kısmı da Pakistan, Bangladeş ve Endonezya gibi yüksek nüfuslu ülkelerdeki sel, deprem ve tsunami gibi afetlerde yaşanmıştır.[74] Yaklaşık 1 milyar Müslüman’ın yaşadığı Asya kıtası, geçmişten bu yana Müslümanların doğal afetlerden en fazla etkilendikleri bölge olagelmiştir. Bu sayının artmasında nüfusun bu bölgede yoğunluk göstermesi de önemli bir etkendir. Öte yandan 550 milyonluk bir Müslüman nüfusa sahip Afrika’da ise insanlar genellikle kuraklık, kıtlık ve bulaşıcı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetmektedir. 370 milyon Müslüman’a ev sahipliği yapan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki İslam ülkelerindeki ölümlerin büyük bölümü ise, doğal afetlerden daha çok, insan eliyle üretilmiş kriz, afet ve savaşlardan kaynaklanmaktadır.
Dünya genelinde çatışmalar ve çatışmaların tarafları artsa da çatışmalardaki ölüm oranlarında azalma eğilimi gözlenmektedir (2018’deki çatışmalarda 76.000-100.000 arasında insan hayatını kaybetmiştir).[75] Dünyadaki çatışmaların %60’ı ve bu çatışmalar sonucu gerçekleşen ölümlerin %80’i İslam ülkelerinde meydana gelmiştir.[76] Bu oran 2014 yılındaki çatışma kaynaklı ölümlerle karşılaştırıldığında %43’lük bir düşüş yaşandığı görülmektedir. Bu düşüşün sebebi ise, Suriye ve Irak’taki çatışmaların şiddetinin önceki yıllara göre nispeten azalmış olmasıdır. Öte yandan Afganistan ve Yemen’deki şiddet olaylarının ve yaşanan can kayıplarının yıldan yıla artmaya devam ettiği bilinmektedir.[77]
Çatışmalarda ana aktör hâlen devletler olmakla birlikte, çatışmalar zamanla daha fazla uluslararasılaşmaktadır; yani dış devletler fiilen çatışmalara dâhil olmakta veya çatışmaların bir veya birden fazla tarafına askerî yardım sağlamaktadır. Bu da çatışmaların daha uzun süreli ve daha kanlı olması gibi bir sonuç doğurmaktadır.
Çatışmaların doğasını etkileyen bir diğer husus ise siyasal şiddet ve terörün yaygınlaşmasıdır. Bilhassa Suriye’de yaşanan savaşla birlikte DAEŞ’in güç kazanması sonrasında bu tür olaylara en çok muhatap olan ve bunlardan en fazla zarar gören ülkeler İslam ülkeleri olmuştur. Küresel Terörizm Veritabanı’na göre 2017’deki terör eylemlerinin %35’i (3.789 olay) Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da gerçekleşirken bu olaylarda 10.819 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu rakam aynı yıl terör eylemlerinde hayatını kaybeden sivillerin %41’ini oluşturmaktadır. Akabinde Güney Asya (3.430 olayda 7.664 ölüm), Sahra altı Afrika (1.970 olayda 6.712 ölüm) ve Güneydoğu Asya (1.020 olayda 811 ölüm) bölgeleri gelmektedir.[78]
Terör olayları sonucunda yaşanan can kayıplarının %90’ı İslam ülkelerinde meydana gelmiştir.[79]
Göçler
Çatışmaların ve doğal afetlerin yol açtığı en önemli insani krizlerden biri de “mülteci, iç göçmen (Internally Displaced People-IDP), sığınmacı” gibi birçok farklı hukuki statüye sahip, ama en temel ortak yanı “yerinden edilmişlik” olan kişilerin durumudur. BM’de 1951 Cenevre Konvansiyonu çerçevesinde kabul edilen Mülteciler Sözleşmesi’nde “mülteci”; ırkından, dininden, tabiiyetinden, belli bir toplumsal gruba mensubiyetinden, siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından korkan ve bu korkusunda haklı olan kişidir. Bu tanım dolayısıyla da doğal afetler, çevresel etkenler ve iklim değişiklikleri nedeniyle yerinden olan ve literatürde “iklim mültecileri” olarak anılan kişilerin korunmasına ilişkin uluslararası çapta bir yasal düzenleme henüz bulunmamaktadır.[80]
İklim değişiklikleri ve doğal afetler sebebiyle göçlerin her yıl giderek artması, bu konuda uluslararası bir düzenlemeyi zorunlu kılmaktadır. Zira BM raporlarına göre iklim değişiklikleriyle bağlantılı olarak meydana gelen afetlerin sayısı son 20 yılda iki katına çıkmıştır[81] ve sadece 2018 yılında 144 ülkeden 17,2 milyon insan doğal afetler sebebiyle göç etmek zorunda kalmıştır. 2008-2018 yılları arasına bakıldığında, bu sayının 265 milyonu bulduğu görülmektedir.[82] Dünya Bankası’nın 2018’de hazırladığı rapora göre, 2050 yılına kadar Latin Amerika, Güney Asya ve Sahra altı Afrika ülkelerinde yaşayanlar yoğunluklu olmak üzere, 140 milyon kişi iklim değişikliği sebebiyle göç etmek zorunda kalabilir.[83]
Dünya genelinde yerinden edilmiş kişilerin korunması hususunda küresel sorumluluk adaletsiz bir şekilde dağılmakta ve bu sorumluluğun çok büyük bir kısmı Türkiye başta olmak üzere birkaç İslam ülkesi tarafından omuzlanmaktadır.
Yukarıda belirtilen hukuki çerçeveye göre, dünya genelinde yerinden edilmiş kişi sayısı toplam 74,8 milyondur. Bu rakam İngiltere, Fransa, Malezya, Suudi Arabistan gibi ayrı ayrı birçok ülkenin nüfusundan daha fazlasına tekabül etmektedir. Bu rakamın %55’ini (41,4 milyon kişi) farklı gerekçelerle bulunduğu bölgeyi terk ederek ülke içinde yer değiştirenler, yani IDP’ler, %27’sini (20,4 milyon kişi) ise ülke dışına çıkmak suretiyle yer değiştirenler, yani mülteciler (refugees) oluşturmaktadır.[84]
Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşanan çatışmaların İslam ülkelerinde yoğunlaşması, dünyadaki yerinden edilmiş ve zorunlu göçe maruz kalmış kişilerin çoğunlukla Müslümanlar olmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla İslam ülkeleri bu konuda merkezî bir role sahiptir. Dünya genelinde toplam yerinden edilmiş ve zorunlu göçe maruz kalmış kişilerin üçte ikisi İslam ülkeleri vatandaşlarıdır; aynı zamanda yine İslam ülkeleri toplam göçmen nüfusunun yarısından fazlasına ev sahipliği yapmaktadır. İslam ülkelerinin birçoğu kaynak, geçiş veya varış noktalarından bir veya birkaçı olmak suretiyle sürekli olarak göçmenlerle/mültecilerle ve onlara dair sorunlarla karşı karşıyadır. Dünya çapında yerinden edilmiş kişilerin korunması hususunda küresel sorumluluk adaletsiz bir şekilde dağılmakta ve bu sorumluluğun çok büyük bir kısmı Türkiye başta olmak üzere birkaç İslam ülkesi tarafından omuzlanmaktadır.[85]
Filistin, Afganistan ve Irak’ta yaşanan uzun süreli savaşlar, yıllardır devam eden bir mülteci sorununa sebep olsa da bu konu ancak Suriye, Yemen, Güney Sudan, Myanmar gibi birçok bölgede eş zamanlı olarak yaşanan çatışmalar akabinde dünya kamuoyunun birincil gündem maddelerinden biri hâline gelmiştir. Mülteci/sığınmacı/göçmen konusu bugün uluslararası kamuoyunun en önemli gündem maddelerinden biri olsa da sorunun çözümü noktasında fazla bir çabanın gösterildiğini söylemek pek mümkün değildir.
2011 yılında başlayan Suriye’deki çatışmalar, en büyük yerinden edilmiş kişi nüfusunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu savaş sürecinde 6,2 milyonu mülteci olmak üzere toplamda 12,8 milyon Suriyeli yerinden edilmiştir. 1948’de Siyonist Yahudilerin Filistin’de İsrail’in bir devlet olarak varlığını ilan etmesinden bu yana da dünyanın en büyük mülteci sorunu Filistinli Araplar olmuştur. Tarihî Filistin topraklarından zorla çıkarılan 2,2 milyon Filistinli, Batı Şeria ve Gazze’ye gitmiş ve IDP olarak burada yaşamaya başlamıştır. Batı Şeria, Gazze, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de yerinden edilmiş durumda 6 milyon Filistinli olsa da dünyanın farklı bölgeleri de dikkate alındığında bu rakamın 7 milyonu aştığı kaydedilmektedir. Önce 1979 yılında Rusya’nın daha sonra da 2001 yılında ABD’nin işgaliyle büyük yıkıma uğrayan Afganistan, İslam ülkeleri arasında yerinden edilmiş kişi nüfusu bakımından üçüncü sıradadır.
Türkiye, Suriye’deki savaşın başlamasının ardından yerinden edilmiş kişilerle ilgili olarak büyük bir sorumluluk örneği sergilemiş ve milyonlarca sığınmacıya kapılarını açmıştır. 4 milyondan fazla Suriye, Irak, Doğu Türkistan ve Afrika kökenli sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye, İslam ülkeleri arasında en büyük mülteci/sığınmacı nüfusuna sahip ülkedir. Türkiye’yi, 1948’den bu yana Filistinlilerin kitleler hâlinde göç ettiği Ürdün takip etmektedir. Aradan geçen uzun süre sonunda Filistinliler Ürdün nüfusunun %70’ini oluşturur hâle gelmiştir; ancak birçoğunun Ürdün vatandaşlığı bulunması, onları bu statüden kurtarmakta ve ülkedeki resmî Filistinli mülteci sayısını 500.000 civarına çekmektedir. Lübnan da Ürdün gibi Filistinlilerin yoğun olarak göç ettiği ülkelerden biridir. Suriye savaşı öncesinde yaklaşık 500.000 Filistinliye ev sahipliği yapan Lübnan’da Suriye savaşından sonra toplam mülteci sayısı 1,5 milyona yaklaşmıştır.
İslam Ülkeleri Arasında En Fazla Yerinden Edilmiş Kişi Nüfusu Barındıran Ülkeler[86]
İslam Ülkeleri Arasında En Fazla Mülteci/Sığınmacı Alan Ülkeler[87]
İslam Dünyasında Çatışma Bölgeleri ve İnsani Durum
Sonuç
İslam coğrafyasına ilişkin insani göstergelerin ortaya koyduğu rakamlar ve dünyanın diğer ülkeleri ile yapılan karşılaştırmalar, bu konuda bir hayli mesafe alınması gerektiğini göstermektedir. Eğitimden sağlığa ve sosyoekonomik kalkınmaya kadar birçok insani veri, İslam dünyasında öncelenmesi gereken başlıklara işaret ediyor olmanın yanında, bunlara sebep olan iç ve dış faktörleri de ortaya koymaktadır. Bu verilerin doğru değerlendirilmesi ise çözüm için hayati önem taşımaktadır.
İslam dünyasının içinde bulunduğu insani sorunların dış sebepleri genellikle sömürge mirası, ekonomik, askerî, siyasi baskılar ve yaptırımlar, işgaller ve kriz ithali gibi görünür sebeplere dayanmaktadır. Ayrıca tekil olarak her bir ülkenin kendi iç dinamikleri de birtakım insani sorunların oluşmasında etkili olmaktadır. Özellikle kötü yönetim, fiziki altyapının ihmali, yolsuzluk, iç istikrarsızlık gibi unsurlar bu bağlamda öne çıkmaktadır.
İslam dünyasındaki her bir ülkenin kendine özgü tarihî mirası, ekonomik ve sosyal altyapı potansiyeli, farklı siyasi ve toplumsal yapılar ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Kimi ülkelerdeki insani krizlerde insan eliyle üretilmiş sorunlar öne çıkarken, kimi ülkelerde ise olumsuz coğrafi koşulların getirdiği doğal sebepler dikkat çekmektedir. İslam dünyasındaki her bir ülkenin insani anlamda sorunları nitelik ve nicelik olarak birbirinden farklılık gösterdiğinden, toptancı yaklaşımlar yerine bölgeye özgü çözümler üretilmesi kaçınılmaz hâle gelmektedir. Bu açıdan insani duruma ilişkin olumsuz tabloda her bir ülke kendi çözümünü bulmak gibi bir sorumluluğa sahiptir.
İslam dünyasındaki karamsar insani tabloya ilişkin tarihî veya güncel siyasi faktörler önemli belirleyici etkenler olmakla birlikte, toplumun insani kalitesi ve beşeri potansiyeli ile bağlantılı unsurların çok daha önemli olduğuna kuşku yoktur. Bugün İslam dünyasında eğitime ilişkin rakamların dünyanın çok gerisinde olması veya ekonomik geri kalmışlık, yolsuzluk ve sosyal adaletin sağlanamamış olması, sadece dış unsurlarla izah edilemez. Benzer şiddette yaşanan bir doğal afette Batı’daki can kayıpları en alt seviyedeyken İslam ülkelerinde binlerce insanın hayatını kaybetmesinin sebebi o ülkenin siyasi, beşeri ve fiziksel altyapısında aranmalıdır.
Bu nedenle mevcut olumsuz insani durumu tersine çevirip ilerleme kaydedebilmek için yapılacak işler arasında, istikrarlı siyasi kurumlar oluşturmaktan fiziki altyapıyı güçlendirmeye, sosyal adaleti sağlamaktan ekonomik kalkınma ve refahı temine kadar birbiri ile iç içe geçmiş onlarca adım bulunmaktadır.
Bugün sosyal ve ekonomik olarak dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında olmasalar da -birkaçı hariç- İslam ülkelerinin büyük bölümü kendi halklarına belirli bir refahı sağlayabilecek güçtedir. Mevcut olumsuz insani göstergeleri iyileştirmek için yapılması gereken ise; kısa, orta ve uzun vadeli adımların iyi bir şekilde planlanarak insan hayatını ve onurunu merkeze alan adil bir politika olarak uygulanmasıdır. Bu süreçte hükümet ve yerel sivil toplum örgütlerinin birlikte çalışması kaçınılmazdır.