Ekim ayının son günlerinde İsrail işgal rejimi ve bazı Körfez ülkeleri arasında hızlı bir diplomasi trafiği yaşandı. Önce, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, 26 Ekim’de Umman’a resmî bir ziyaret gerçekleştirerek Sultan Kabus’la görüştü. Aynı dönemde İsrail millî takımı Dünya Jimnastik Şampiyonası’na katılmak üzere Katar’ın başkenti Doha’ya, İsrail Kültür ve Spor Bakanı Miri Regev de judo müsabakalarını izlemek için Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) başkenti Abu Dabi’ye gitti. Judo müsabakalarında İsrailli sporcunun altın madalya kazanması üzerine ilk defa bir Körfez ülkesinde İsrail işgal rejiminin millî marşı çalınmış oldu. Aşırı milliyetçi çıkışlarıyla bilinen İsrailli Bakan Regev’in İsrail marşı okunurken ağlaması ve BAE yöneticileri ile medyaya yansıyan samimi görüntüleri dikkat çekici gelişmeler oldu. İsrailli yetkililer tarafından 30 Ekim’de Dubai’ye, 7 Kasım’da da Umman’a bakanlık düzeyinde ziyaretler gerçekleştirildi. Bahreyn’in de İsrail ile ilerleyen günlerde resmî ilişki kurması beklenmekte.
Mısır 1979, Ürdün ise 1994 yılında İsrail’le imzaladıkları barış anlaşmalarından sonra işgal rejimiyle ilişkilerini normal seyrinde devam ettirmektedir. Son dönemlerde Mısır, bir yandan doğalgaz konusunda imzalamış olduğu 15 milyar dolar değerindeki anlaşma diğer yandan Filistin meselesiyle ilgili olarak İsrail ile yakın temasını artırmaktadır.
Geçmişteki Mısır ve Ürdün örnekleri bir yana, son dönemlerde özellikle Körfez bölgesindeki Siyonist açılımın sebebi, Suudi Arabistan siyasetinde yaşanan değişimle ilgili görünmektedir. Bölgenin önemli aktörü Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşme sürecinde başı çeken ülke olduğu söylenebilir. Bilhassa 2 Ekim’de Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda Suudi asıllı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinin ardından yaşanan gelişmeler ve ABD ile İsrail’in Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ı (MbS) savunma çabaları, bu yakınlaşmayı iyice açığa çıkarmış durumdadır.
Trump yönetiminin İsrail, BAE ve Suudi Arabistan ortaklığı üzerinden kurguladığı Ortadoğu politikasının sürdürülebilmesi, “milyarlarca dolarlık silah anlaşması” ve “İran tehdidine karşı Suudilerin gerekliliği”, MbS’yi ABD açısından vazgeçilmez hale getirmiştir.[1] Kaşıkçı’nın katledilmesinin ardından Veliaht Prens’i sadece ABD ve İsrail’in alenen savunması, bunun büyük bir bölgesel oluşumla ilgili olduğunu göstermektedir. Nitekim Amerikan medyasında çıkan haberler, MbS’nin ABD’nin İsrail ile birlikte örmeye çalıştığı yeni bölgesel politikalarında hayati bir rolü olduğu yönündeki izlenimi güçlendirmektedir.
Aslında İsrail ve Arap ülkeleri arasındaki normalleşme girişimleri yeni değildir. 1993 Oslo Anlaşması’ndan bu yana devam eden ilişkiler, İkinci İntifada sebebiyle kesintiye uğramış gibi görünse de gizli olarak sürdürülmüştür. Bugün farklı olan; ilişkilerin saklanma gereği duyulmadan alenileştirilmesi ve “hızlandırılmış” olmasıdır. İlişkilerin geliştirilmesi “Filistin meselesi” ve “İran karşıtlığı” olarak iki farklı yönden değerlendirilebilir.
Bahsi geçen “hızlandırılmış normalleşme” şüphesiz İsrail’in “bölgesel yalnızlık ve tecrit edilmişlik olgusunu aşmak” şeklinde ifade edilebilecek olan dış politika anlayışına da katkı sağlayacaktır.[2] İsrail, Arap ülkelerinin dostluğuyla Körfez’in doğal kaynaklarından daha yoğun faydalanabilecek, bölgede hareket alanını genişleterek işgal ettiği Filistin toprakları üzerinde yaşayan halkı daha da yalnızlaştıracaktır. İsrail’in Arap ülkeleriyle ilişkilerini ilerletmesi, meşruiyetten uzak otoriter Arap yönetimlerinin uluslararası sistemde ABD gibi büyük güçlerin desteğiyle gelecek bir “meşruiyet”i elde etmelerini sağlayabilir; dolayısıyla burada çift taraflı bir çıkar ilişkisi söz konusudur.[3]
İsrail bir taraftan Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirirken bir taraftan da 11 Kasım’da Gazze’ye büyük bir saldırı gerçekleştirmiştir. İsrail özel kuvvetlerinden bir ekibin sivil bir araçla Gazze’nin kuzeyindeki Han Yunus şehrinin iç kısımlarına kadar girerek İzzettin el-Kassam Tugayları komutanlarından Nur Bereke’ye suikast düzenlemesinin ardından karşılıklı gerçekleştirilen saldırılarda 14 Filistinli şehit olmuş, 20’den fazlası da yaralanmıştır. Olaylar sırasında iki İsrailli de hayatını kaybetmiştir. Taraflar arasında 13 Kasım Salı akşamı ateşkes sağlanmış olsa da kısa sürede karşılıklı etkili saldırılar düzenlenmiştir.
İsrail’in Arap ülkeleriyle normalleşme sürecinde olmasına rağmen böyle bir saldırıyı gerçekleştirmesi ve saldırı sonrasında Arap ülkelerinden ciddi bir tepkinin gelmemesi, Filistin-İsrail meselesinde 1990’lı yıllara göre farklı bir yönelimin olduğunu göstermektedir. Bu durumda, Filistin meselesi artık göstermelik dahi olsa Arap ülkeleri için öncelikli bir durum olma özelliğini kaybetmiştir, demek yanlış olmayacaktır.[4] Tabii bu, Arap ülkelerinin yönetimleri için geçerli bir analizdir. Söz konusu ülkelerde yaşayan toplumların Filistin meselesine yönelik hassasiyetinin halen devam ettiği söylenebilir.
İran’a karşı bölgesel çıkar ortaklığı kurma isteği İsrail ve Körfez ülkelerini yakınlaştıran bir diğer sebep olarak görünmektedir. İsrail, Lübnan’da bulunan İran destekli Hizbullah örgütünü kendi güvenliği açısından büyük bir tehdit olarak algılamaktadır. Özellikle 6 Mayıs’ta Lübnan’da gerçekleştirilen parlamento seçimleri sonrası Hizbullah’ın ve desteklediği bazı grupların önemli sayıda milletvekili çıkarması, bununla birlikte 2011’den bu yana devam eden Suriye Savaşı’nda hem İran’ın hem de Hizbullah’ın etkili olması, İsrail’in güvenlik tehdidi algısını arttırmıştır. Geçtiğimiz aylarda Suriye üzerinden İsrail ve İran’ın karşılıklı saldırıları “İsrail-İran savaşı mı çıkacak?” sorusunu akıllara getirse de saldırılar bu boyuta ulaşmamıştır.
Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap bloğu, özellikle Yemen ve Lübnan üzerinden İran ile güç mücadelesine girmiştir. İran’ın Zeydi Husileri, Suudi Arabistan’ın ise Sünni hükümet güçlerini desteklediği Yemen’de büyük bir insani kriz yaşanmaktadır. Öyle ki bugün Yemen’de binlerce çocuk açlık sebebiyle hayatını kaybetme tehdidi altındadır.
İsrail ve Körfez ülkelerinin yakınlaşması ve ABD’nin İran’a yönelik uyguladığı ambargonun da büyük desteğiyle İran’ın bölgeden izole edilmesi, dolayısıyla bölgenin farklı noktalarında İsrail ve Arap ülkelerinin etkinliklerini arttırmaları hedeflenmektedir. Fakat İran; Rusya ve kısmen de Türkiye ile kurduğu iş birliği ile bu süreci geciktirmektedir.
İsrail, geçtiğimiz günlerde yukarıda bahsi geçen gelişmeleri destekler nitelikte Hayfa’dan başlayarak Dubai’ye uzanan ve “Barış Demir Yolu” adını verdiği bir demir yolu projesini Umman’ın başkenti Muskat’ta düzenlenen Uluslararası Ulaştırma Konferansı’nda tanıttı. Ürdün, Suudi Arabistan ve BAE’den geçen ana hat ve bazı yan kollardan oluşan demir yolu güzergâhının İran otoritesindeki Hürmüz ve Babu’l-Mendeb boğazlarına alternatif olacağı iddia edilmekte.[5] Projenin hayata geçirilmesi durumunda Körfez’in zengin petrol kaynakları, Hürmüz Boğazı’nda ve Aden Körfezi’nde herhangi bir İran engeli ile karşılaşmadan, İsrail üzerinden Akdeniz’e ulaşabilecek.