Ortadoğu’daki sömürge döneminin en kanlı ve sorunlu mirası İsrail rejimidir. Batı’nın ikiyüzlü politikalarıyla desteklenen işgal siyaseti, ortaya “toprakları elinden alınmış mazlum bir halkı” ve bunların karşısında her türlü aşırılığı hoş görülen bir “zalim yerleşimciler topluluğunu” çıkardı.
1948, 1967, 1973 yıllarında İsrail’le yaşanan savaşlar, Filistin halkının temel haklarının geri döndürülmesi için girişilmiş bölgesel tepkilerdi. Aynı dönem içinde Filistinliler 1950’li yıllardan itibaren kendi oluşturdukları gruplar aracılığı ile mücadeleye girişerek büyük bir bedel ödedi. Geçmiş dönemin grupsal mücadeleye dayalı fedai hareketleri, 1987 ve 2000 yıllarındaki büyük ayaklanmalar ile kitlesel bir başkaldırıya dönüştü.
Ancak Filistin halkı, yaptığı her savunma mücadelesi ardından daha ağır bir cezaya mahkûm edilmiş, daha fazla kan dökülmüş, daha fazla hapis ve daha fazla sürgüne maruz kalmıştır. Neredeyse bir asrı bulan işgale uğrama sürecinde, adeta İsrail’in “yandaş hukuku” haline gelmiş olan uluslararası hukuk hep ihlal edilmiştir. Başta bizzat İsrail’in kendi kuruluşu için zemin olarak kullandığı 181 sayılı karar olmak üzere, bugüne kadar Filistinlilerin lehine olan kararların neredeyse hiçbiri uygulanmamıştır. Siyonist İsrail ve destekçilerinin zulmü sadece Filistin topraklarıyla sınırlı kalmamış, Filistinlilerin haklarından bahseden herkes, onlarla aynı kaderi paylaşmaya mahkûm edilmiştir. Tıpkı Mavi Marmara mağdurlarında olduğu gibi.
Filistin’de yaşanan trajedi, dünya halklarında büyük bir vicdan dalgası oluştururken, devletlerin resmî politikaları ile halkların sivil politikaları büyük bir mücadeleye girişmiştir. Geçmişte Batılı devletler ve bazı Arap devletleri başta olmak üzere resmî otoriteler, İsrail’i kurtarma telaşıyla ikiyüzlü politikalara imza atarken, aynı ülkelerin vatandaşları Filistin’i kurtarmak üzere dünya çapında faaliyetler gerçekleştiriyordu.
Filistin halkının direnişi karşısında verdiği kayıplar nedeniyle İsrail’in, Ağustos 2005’te Gazze’den çekilmesi ardından başlayan yeni dönem, Filistin halkıyla birlikte dünyadaki vicdan sahiplerini umutlandırmıştı. Belki de yıllardır çekilen acılar sona erecek, halkın kendi seçtiği temsilcileri onları tam bağımsızlığa taşıyacaktı.
Kısa süre sonra, 2006 yılı başındaki Filistin parlamento seçimleri, bu yönüyle dönüm noktası oldu. Halk kendi iradesine uygun hükümet hayali kurarken, İsrail ve Batı’nın hesabı, kamuoyu yoklamalarında şansı yüksek görünen kendi yandaşlarını iktidara getirerek Filistin halkı içinde imajı giderek tükenen eski yandaşlarını kızağa çekmekti.
Filistin halkı “yanlış yönde” (!) oy kullanmıştı. İsrail’in istediği ve Batının kendilerine adres olarak gösterdiği kişileri değil, hesapta olmayan Hamas’ı seçmişti. İsrail ve Amerika, Filistin hükümetini tanımazken, diğer Batılı ülkeler de Filistin’e kapsamlı bir ambargo başlattılar. Filistin halkının demokratik seçimlerle iktidara getirdiği hükümet, saygı görmek bir yana büyük bir kitlesel cezalandırmanın gerekçesi yapıldı.
Düşman gördüğü bir grubun iktidara gelmesi, İsrail’i, Batılı destekçilerini ve bazı Arap ülkelerini oldukça sarsmıştı. İlk iş olarak İsrail, 120 sandalyeli Filistin meclisinde 50’den fazla seçilmiş milletvekilini hapse attı. Filistin halkının temsilcileri şahsında halkın iradesi ayaklar altına alınmıştı. Seçimin galibi Hamas’ın taraflara iş birliği için yaptığı tüm teklifleri başta siyasi rakibi Fetih Hareketi olmak üzere bütün yerel ve uluslararası aktörlerce reddedilmiş, böylece bölge barışı konusunda tarihî bir fırsat kaçırılmakla kalmamış, inanılmaz bir çifte standart da uygulamaya konulmuştur.
Halkın %65’inden fazlasının destek verdiği hükümet iş yapamaz hâle gelirken, uygulanan ekonomik ambargo Filistin’de fakirlik ve işsizlik oranını arttırarak içerideki sosyal dengeleri bozmaya başlamıştır. İsrail, ambargo süreciyle birlikte devam eden saldırılarında 3.000’den fazla Filistinli sivili öldürmüş ve on binlercesini yaralamıştır.
Hamas’ın iktidara geldiği 2006 yılı başından itibaren kademeli olarak dozu artırılan ekonomik ambargo sürecinde işsizlik %80, fakirlik %75, enflasyon %200 oranında artış göstermiş, Gazze’nin dünya ile bağlantısını sağlayan tüm sınır kapıları kapatılmış ve Gazze bir açık hava hapishanesine dönüştürülmüştü. Hayatın giderek işkenceye dönüştüğü Gazze’de, hastaneler yakıt ve ilaç yokluğundan hizmet veremez olmuş, ekmek fırınlarının çoğu kapanmış, bombardımanlarda yok edilen temiz su şebekeleri sebebiyle salgın hastalıklar can almaya başlamıştı.
Temel geçim kaynakları tarım, küçük imalat ve balıkçılık olan Gazze’de, sistemli bir fakirleştirme siyaseti sebebiyle 10 yıl önceki üretimin yarısı dahi yapılamamaktaydı. Her yıl 1,5 milyar dolar zarar eden Filistin ekonomisinin halka maliyeti yılda kişi başına millî gelirin Gazze’de 385 dolara düşmesiyle sonuçlanmıştı. Bu ise açlık sorununun yaşandığı birçok Afrika ülkesindeki kişi başı gelirin yarısına bile denk gelmemekteydi.
Mısırlı siviller tarafından tüneller aracılığıyla gıda maddelerinin bir bölümünün kaçak yollarla karşılanması, komadaki hastaya ağrı kesici vermek gibiydi. Çünkü Gazze halkının ekonomik anlamdaki sorunu, kısa vadede gıda sıkıntısı çekmesi değil, aksine etkisi onlarca yıl sürecek bir fakirleştirme ve yavaş biçimde öldürülmesiydi.
Dünya halkları Filistin için birleşiyor
Filistin’de bu haksızlıklar yaşanırken dünyada da bir vicdan hareketi oluşmaya başladı. Ambargonun ilk gününden itibaren başta Türkiye halkı olmak üzere dünyanın birçok ülkesindeki kitleler, abluka karşıtı çabalara hız verdiler. Siyasi görüş ve devlet politikalarının üzerinde, halklar arasında sivil bir dayanışma ortaya çıkmıştı. Filistin halkının dramı, dünyadaki vicdan sahibi insanları da birbirine yakınlaştırdı.
Bu çerçevede 2009 yılında büyük bir kara yolu konvoyu organizasyonu yapılmış, 200’e yakın ambulans, okul servisi ve kamu aracı Gazze halkına ulaştırılmıştı. Eş zamanlı aktivitelerle Gazze’ye yönelik ambargo 2008-2010 yılları arasında dünyadaki farklı sivil toplum kuruluşlarınca denizden yedi defa delinmeye çalışılmış, bunların beşi başarıyla sonuçlanırken ikisi İsrail’in sert müdahalesi ile yarım kalmıştı.
Yaşanan tecrübeler erdemlilere kökten çözümü de öğretmişti; insani yardımlar için bir “yardım koridoru” açılmalıydı. Filistin’e kara yolu ile böyle bir koridorun açılması ambargoyu bizzat uygulayan İsrail ve Mısır’ın varlığı sebebiyle imkânsız olduğundan arada hiçbir sınır ülkesinin olmadığı tek yol, bir liman kenti olan Gazze’ye denizden ulaşmaktı. Yardım koridoru denizden açılmalı ve bir seferde binlerce tonluk yardım malzemesi hiçbir ülkeye uğramadan doğrudan Filistin halkına ulaştırılmalı idi.
İşte bu aşamada aralarında hiçbir çıkar ilişkisi olmayan, dünyanın 37 ülkesinden sivil toplum örgütleri ve 700 aktivist bir araya gelerek Mavi Marmara gemisiyle özdeşleşen vicdani başkaldırıyı gerçekleştirdi. Özgürlük Filosu’nun amacı yardım malzemeleri ve gönüllülerle dolu 6 gemiyle birlikte Gazze’ye yönelik yasa dışı ambargoyu delmekti.
Tüm hesaplar “sivil” bir şekilde yapıldı ve önlemler alındı. Ama Siyonist rejime bağlı askerler uğursuz postalları ile o uğursuz gecede dünyanın vicdanına saldırmaktan çekinmedi. Saldırıda 10 kardeşimiz hayatını kaybederken onlarcası yaralandı veya işkenceden geçirildi. Gazze yaralıydı ama bu kez Siyonistler dünyanın vicdanını da yaralamıştı. Ancak hesaplayamadıklar şey, aradan geçen zamana rağmen Mavi Marmara’nın dünya gündeminden hiç düşmeyeceği idi. Saldırıdan sonra bu kez hukuki mücadele dönemi başladı. Hem Filistinliler hem de tüm mağdurlar adına davalar açılmaya başlandı.
Mavi Marmara’nın misyonunu daraltmaya çalışan ve onu Türkiye-İsrail arasındaki siyasi bir çekişmeye indirgeyen tüm projeler iflas etti. Zira onlarca ülkeden insanı taşıyan Mavi Marmara, evrensel değerleri taşıyordu ve bu değerlere yönelik saldırı tüm küre çapında Siyonistler hakkında birer kovuşturmaya dönüştü.
Bu noktada Türkiye’ye halen büyük sorumluluklar düşüyor. Filistin davasına sahip çıkarak tüm İslam dünyasının haklı teveccühünü kazanırken elde etmiş olduğu onuru, uluslararası pazarlıklarda korumaya dikkat etmeli ve “one minute” misyonunu devam ettirmelidir.