Son yıllarda sıkça dile getirilen bir “Yükselen Afrika” söylemi söz konusu. Kimilerine göre bu, Afrika ülkelerinin Asya ülkeleri gibi bir çıkış yakalayacağını gösteren kaçınılmaz bir gerçek kimilerine göre ise insanlara boş umut pompalayan duygusal bir mitten ibaret. Geçtiğimiz 20 yılda Afrika ülkelerinin ekonomik performanslarının sergilediği hızlı büyüme trendiyle izah edilen bu tartışmalı anlatım, kesinlikle kıta hakkında daha olumlu bir imajı çağrıştırmakta. Ancak Time ve The Economist gibi prestijli dergi kapaklarına taşınan bu büyülü anlatımın birtakım gerçekleri gölgelediğini de gözden kaçırmamak gerekir. Gelin biraz daha anlaşılır olmak için bu anlatımın nasıl ortaya çıktığına ve ne anlattığına daha yakından bakmayı deneyelim.
Soğuk Savaş’ın bitimi sonrası çökmüş bir devletle baş başa kalan Somali, 1992 yılında büyük ve ölümcül bir gıda krizi ile sarsılırken bir diğer Afrika ülkesi Ruanda ise 1994 yılında 20. yüzyılın en büyük soykırımına sahne olmuştu. Amerika ve Sovyetlerin sağladığı ideolojik büyük dış yardımlar artık söz konusu değilken Sudan, Sierra Leone, Liberya, Fildişi Sahilleri, Angola ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi kıta ülkelerinde bitmek bilmeyen iç savaşlar, bu ülkeleri tarumar etmeye yetmiş ve dahası büyük göç dalgaları oluşturmuştu. Bu yüzden de 2000’li yıllara girilirken göstergeler Afrika için sahiden de pek parlak değildi. AIDS, etnik çatışmalar, göçmenler, kronik yoksulluk, gıda krizleri ve yolsuzluklar âdeta son nefesini vermekte olan bir Afrika’yı çağrıştırıyordu. “Umutsuz Kıta” kapağıyla çıkan The Economist dergisi, 2000 yılının Mayıs ayında Afrika’nın tabutunun çivilerini resmen çakmıştı.
Ancak bütün bu olumsuz tabloya rağmen 1990’lardan itibaren yavaş yavaş kendini belli eden ve bu umutsuzluk bulutlarını dağıtmaya başlayan yeni gelişmeler de söz konusu oldu. Kaos ve yoksulluktan bıkmış Afrikalı genç nesiller, kendilerine eğitim olanağı sağlamaya çalışırken küresel ölçekte ise endüstriyel üretim için gerekli girdiler üzerinde artan talep, Afrika’nın kaynaklarını çok daha önemli hale getirdi. Bu doğrultuda kapitalist ekonomiye geçiş için reformlarını hızlandıran Çin, belli ekonomik saikler neticesinde Afrika’ya yöneldi. Benzer şekilde Hindistan ve aynı dönemde Türkiye gibi başka ülkeler de Afrika’ya açılım politikalarını yürürlüğe soktular. Neticede küresel piyasalardaki toparlanmanın da etkisiyle mevcut karamsar tablo 2002 yılından itibaren dağılmaya başladı ve Afrika ülkeleri göz kamaştıran ekonomik büyüme oranlarına kavuştular. Dışarıdan gelen doğrudan yatırımlar (FDI) rekor üstüne rekor kırarken Afrika kıtasının ekonomik büyüklüğü de hatırı sayılır düzeyde arttı. Örneğin 2005-2015 periyodunda küresel ekonomi ortalama %23 büyüme kaydederken Afrika kıtası ekonomik yönden %50 büyüdü. Afrika ülkelerinde servetine servet katan dolar milyarderlerinin sayısı artarken kıtada cep telefonu ve internet kullanan insan sayısında da büyük artış yaşandı.
1990-2015 Arası Periyotta Sahra-altı Afrika’da Ekonomik Büyüme (Milyar $)
Yükselen Afrika söylemine yol açan ve küresel aktörlerin gözünde Afrika’nın stratejik değerinin artmasına işaret eden bu gelişmelerin büyüsüne rağmen bardağın hâlâ büyük bir bölümünün boş kaldığını da belirtmek gerekir. Kıtada ekonomi merkezli parlak istatistiklerin arasında varlığını sürdüren ve bu anlatıma pek de uymayan birtakım çelişkilerden de bahsetmek mümkün.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, yükselen Afrika söylemi bu anlatımı halkla ilişkiler başarısı şeklinde niteleyen ya da insanlara boş ümit pompaladığına inanan şüpheci kesimlerin varlığına rağmen ekonomik yönden yadsınamaz bir gerçekliğe sahip. Son 20 yılda bazı Afrika ülkeleri daha önce tecrübe etmedikleri oranda büyüme rakamları kaydettiler. Ancak bu iyileşme Mauritius, Güney Afrika, Fas, Kenya, Namibya, Botsvana gibi ön plana çıkan bazı ülkeleri kapsarken bu ülkelerde de gündelik yaşam üzerindeki etkileri, oluşan pozitif algı kadar belirgin gerçekleşmedi. Örneğin Botsvana’nın millî geliri, kişi başına ortalama 7.500 dolar gibi Afrika ortalamasının çok üstünde bir seviyeye ulaşırken ülke, gelir dağılımında yeryüzünün en adaletsiz yerlerinden biri haline geldi. Diğer taraftan Burundi, Somali, Güney Sudan, Sierra Leone gibi ülkelerde kişi başına düşen ortalama millî gelir, 500 dolar gibi genel ortalamanın çok altında oldukça düşük bir seviyede kaldı.
Ülkeler ve bölgeler arasındaki bu dengesizlik işin bir boyutuyken yoksul-zengin arasındaki gelir dağılımı adaletsizliği de büyük bir sorun olmaya devam ediyor. Bugün Sahra-altı Afrika nüfusunun %42,5’i hâlâ aşırı yoksulluk sınırında yaşıyor. Yani 400 milyondan fazla insanın günlük geliri 1,9 doların altında seyrediyor. Yükselen Afrika’da geride kalan milyonlar şeklinde adlandırılabilecek bu kesim için durum halen daha pek parlak sayılmaz. Yükselen Afrika anlatımının gölgesinde kalan bu insanlar, ekonomik gelir dağılımında en dezavantajlı grubu oluştururken bunlar için yoksulluk hâlâ hayatın önemli bir gerçeği.
Geçtiğimiz yıllarda yaşanan Ebola kriziyle birlikte büyük yara alan yükselen Afrika söyleminin -kimilerinin iddia ettiği gibi- artık geçerliliğinin kalmadığı görüşüne katılmamakla birlikte, Afrika’yı sadece ekonomi odaklı bir yükselen Afrika anlatımıyla kavramaya çalışmanın da bu noktada yetersiz kaldığını belirtmek gerekiyor. Kıtadaki bazı ülkelerin kaydettiği büyüme rakamlarının şekillendirdiği bu parlak tablonun gölgede bıraktığı diğer önemli gerçeklikleri de görmek, sağlıklı bir değerlendirme için son derece büyük önem taşıyor. Kanaatimizce, söylemin ekonomiyle daraltılmış kapsamı Afrika’da yaşayan insanların yaşam kalitesinin yükselmesi, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerden yararlanma imkânlarının artması, Afrika kültürünün canlanması, iyi yönetim, barış ve istikrarın korunması gibi olgularla genişletilmelidir. Aksi takdirde “Yükselen Afrika” yerine Afrika’da yükselen şey sadece küçük elit bir kesimden ibaret kalmaya devam edecektir.