Almanya, geçtiğimiz Eylül ayının sonunda 16 yıl aradan sonra ilk defa Merkel'siz bir seçim yaşadı. Artık merkezde yer alan Sosyal Demokratların (SPD) küçük bir farkla kazandığı seçim sonuçları bir yana, eski Şansölye Angela Merkel'in sadece iktidarda olduğu 16 yıla değil aynı zamanda Almanya'nın geleceğine de önemli ölçüde damgasını vurduğu söylenebilir. Yeni ve belirsiz bir yüzyılın başında, Kıta Avrupası'nda köklü bir geçmişi bulunan Hristiyan demokrat geleneğin ve bununla birlikte genel olarak muhafazakâr düşüncenin dönüşümünde Merkel'in güçlü etkisi kolayca inkâr edilemeyecektir. Öte yandan, Avrupa Birliği'nin lokomotifi konumunda olan en büyük ülkesini uzun bir süre yönetmiş olan bu tecrübeli kadın politikacının gerek Almanya'yı gerekse AB'yi –birkaç yıl önceki son Yunanistan mali krizinin de gösterdiği gibi- tavizsiz bir biçimde 'neoliberal bir kale'ye dönüştürmede büyük bir payının olduğu da su götürmez bir gerçektir. Bununla birlikte tüm dünyayı olduğu gibi özellikle Avrupa'yı da derinden sarsan yaşadığımız 'göç çağı' karşısında takındığı tutum ve izlediği açık ve 'insani' göç ve iltica politikası Merkel'i, pek çok aşırı sağ ve ırkçı grubun gözünde hedef hâline getirdi. Ancak vatandaşlık ve uyum politikalarında sert kültürel kriterler tanımlaması da çok tartışıldı. Kısaca, Şansölye Merkel özgün ve güçlü bir politikacı olarak arkasında etkisi uzun süre hissedilecek bir miras bırakarak kendi iradesiyle ve 'gürültüsüzce' aktif siyasetten çekildi. Tüm bunlar onu ve mirasını, geride bıraktığı Almanya’yı ve Avrupa’yı nasıl bir geleceğin beklediğini değerlendirmeyi gerekli kılıyor. Bu yazıda böyle bir değerlendirmeyi yapabilmek için bir yöntem arayışı ve sorununa işaret edilecektir.
İmparatorluk Almanya’sı, 19. yüzyılda 1870-71 Fransa-Prusya Savaşı’ndan sonra modern ve teknokratik bir ulus-devlet olarak şekillenirken siyasal açıdan öngörülemez belirsizliklerin hâkim olduğu bir dönemde milliyetçilik ve kültürel mitler ona belli bir istikrar kazandırmaktaydı. Aslında sadece Almanya değil, Napolyon Savaşları’ndan sonra bütün bir Avrupa gün geçtikçe derinleşmekte olan tarihsel, siyasal ve kültürel bir kriz ile karşı karşıya bulunmaktaydı. Rönesans ve Reform sonrası Avrupa’yı ve Avrupalı insanı yeniden yoğurmuş olan Aydınlanma’nın hümanist ve özgürleştirici idealleri, yerini giderek güçlenen ulus-devletin otoriter talep ve arzularına bırakmaktaydı. Yükselen milliyetçilik cereyanlarının yanı sıra devrin büyük güçleri arasında yaşanan muazzam bir emperyalist ve kolonyalist paylaşım mücadelesi tüm dünyayı adeta kasıp kavurmaktaydı. Yeni İmparatorluk Almanya’sı bu kriz ve belirsizlikler çağında geç kalmamak adına ‘Alman Ruhu’nu (Deutscher Geist) harekete geçirecek ve bir sonraki yüzyılda büyük siyasal ve toplumsal felaketlerle sonuçlanacak bir dizi tarihsel-kültürel kuruluş mitine başvuracaktı. Modern Alman ve Avrupa düşüncesine pek çok açıdan damgasını vurmuş olan ve politik düşüncesi ve yönelimi hakkındaki tartışmaların hala zaman zaman sert bir biçimde sürdüğü ünlü Alman filozofu Friedrich Nietzsche’nin (1844-1900) entelektüel kariyeri tam da Avrupa’nın içinden geçtiği bu yakıcı tarihsel ve kültürel krizlerle örtüşür. Onun 1860’lı yılların ortalarından başlayarak Bonn ve Leipzig’teki öğrencilik yıllarından İsviçre’deki Basel Üniversitesi’nde klasik filoloji profesörlüğüne, oradan 1880’lerde, düşünsel hayatının son dönemlerinde geliştireceği soykütüğü projesine ve ahlak eleştirisine kadar bütün bir entelektüel çabası, içinde yetiştiği ve düşüncesini şekillendiren bu kriz ortamı bağlamında okunduğunda daha değerli bir anlam yüklenecektir.[1]
Almanya, Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrası 1990’larda yeni cumhuriyete meşruiyet sağlamak amacıyla eski kuruluş mitlerine ve tarihyazımına tekrar başvurdu. Soğuk Savaş döneminin sınır bölgesi konumunda bulunan Berlin, artık sadece birleşik Alman cumhuriyetinin değil, aynı zamanda birleşik bir Avrupa idealinin de en önemli merkezlerinden biri idi. Birleşik bir Avrupa düşüncesi her şeyden önce tarihsel bir ülküydü. Yeni Almanya kendisini bu ülkünün tarihsel olarak en güçlü varisi biçiminde görmekteydi. Uzun bir geçmişe dayanan ve 1990’daki birleşmeden sonra uygulanan neoliberal politikalarla daha da derinleşen ciddi federal / bölgesel farklılıklara ve eşitsizliklere rağmen kısa bir süre içerisinde ekonomik açıdan güçlü bir aktör olarak tekrar sahneye çıkan Almanya, AB içerisinde de artık en önemli ve etkili güce dönüşmüştü. AB’nin hızlı genişleme politikası da bu bağlamda hem Almanya’nın yönlendirdiği hem de onun mevcut nüfuz alanını arttıran bir gelişmeydi. 11 Eylül sonrası koşullarda, küresel belirsizlik ve gerginliklerin en yoğun bir şekilde hissedildiği, Batı’nın Ortadoğu’ya ve dünyanın diğer bölgelerine yönelik işgal, müdahale ve tehditlerinin arttığı, buna karşılık Batılı başkentlerde ve metropollerde terör ve şiddet eylemleri ile nefret suçları ve ırkçılığın yükseldiği bir dönemde, 2005 yılında Almanya’nın yönetimini devralan Angela Merkel liderliğindeki Hristiyan Demokratların tarih ve politika yaparken çok kritik bir süreçten geçildiğini hatırdan çıkarmamaları gerekiyordu. Merkel aslında bu zor zamanlarda diğer pek çok meslektaşına kıyasla oldukça ‘basiretli’ bir politika izledi. Ne var ki tarih, geçmişi ve içinde bulunduğumuz şu anı kapsadığı kadar ileriye, geleceğe de akan bir nehirdir. Bugün için basiretli görünen bir politika uzun tarihsel akış içerisinde büyük bir hataya da dönüşebilir. Tarih ve politikanın buluştuğu kritik dönemeçte Merkel’in ardında bıraktığı miras böyle bir tehlikeyi içinde barındırıyor olabilir. Yine de determinizm tuzağına düşülmemelidir. Bazen küçük bir müdahale bile büyük tarihsel dönüşümleri tetikleyebilir. Tarih bunun birçok örneğiyle doludur. Belki bugün seçimleri az bir farkla kazanan Alman Sosyal Demokratları Merkel’in takip ettiği politikadan ve bu arada onun yanlışlarından dersler çıkararak devraldıkları mirası hem kendi halklarının refahı hem de küresel düzeyde daha fazla sosyal adalet ve eşitliğin sağlanması yönünde dönüştürebilirler. Bekleyerek değil ama tarihe müdahil olmaya çalışarak görelim…
Sonnotlar