Temel Göstergeler | |
Resmi Adı | İran İslam Cumhuriyeti |
Yönetim Biçimi | Teokratik cumhuriyet |
Bağımsızlık Tarihi | 1 Nisan 1979 (İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu) |
Başkent | Tahran (9 milyon) |
Yüzölçümü | 1.648.195 km2 |
Nüfusu | 86 milyon (2022) |
Nüfusun Etnik Dağılımı | Nüfusun önemli bir bölümünü Farslar ve Azeriler oluşturur. Diğer etnik unsurlar Türkmenler, Kürtler, Afganlar, Araplar, Belucilerdir. |
İklimi | Genel itibarıyla yarı kurak bir iklime sahiptir. Kuzey ve batı kesimler nispeten daha nemli, kışlar sert ve uzundur. Güney kesimlerde sıcaklıklar yer yer 50 dereceyi bulur. |
Coğrafi Konumu | Ortadoğu’da yer alan İran’ın batısında Türkiye ve Irak, doğusunda Afganistan ve Pakistan, kuzeyinde Hazar Denizi, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkmenistan, güneyinde Basra Körfezi ve Umman Körfezi bulunur. |
Komşuları | Irak (1.599 km), Türkmenistan (1.148 km), Pakistan (959 km), Afganistan (921 km), Azerbaycan (689 km), Türkiye (534 km), Ermenistan (44 km), Hazar Denizi (770 km), kıyı şeridi 2.440 km |
Dil | Farsça (resmî), Türkçe, Azerice, Arapça, Kürtçe. |
Din | %99 Müslüman, %1 diğer |
Ortalama Yaşam Süresi | 75 yıl (2021) |
Okuma-Yazma Oranı | %85,5 (2016) |
Para Birimi | İran Riyali |
Millî Gelir | 1,08 trilyon dolar (2021 IMF) |
Kişi Başı Ortalama Milli Gelir | 12.725 dolar (2021 IMF) |
İşsizlik Oranı | %10,5 (2022) |
Enflasyon Oranı | %28 (2022) |
Reel Büyüme Hızı | %-7,5 (2019) |
Yoksulluk Oranı | %13 (2017) |
İhracat Ürünleri | Ham petrol, etilen polimerler, kimyasallar, kabuklu meyveler, demir-çelik, bakır, gübre, çimento, sebze-meyve |
İthalat Ürünleri | Mısır, pirinç, kara yolu taşıtları için yedek parça, soya fasulyesi, tıbbi ilaç, telefon cihazları, şeker, tıbbi cihazlar, buğday, çay |
Başlıca Ticaret Ortakları | Çin, Rusya, Hindistan, Türkiye, İtalya, Almanya, Brezilya |
Ülke Tarihi
Günümüzde İran’ı oluşturan coğrafyadaki bilinen en eski yerleşimler MÖ dört binli yıllardan itibaren Hint-Avrupa kavimlerinin göçüyle oluşmuştur. Bu antik İran halkları Aryan olarak isimlendirilmektedir. MÖ ilk bin yılın başlarından itibaren bölgede güçlenerek bir imparatorluk hâline gelen Medler, zamanla Persleri hâkimiyetleri altına alarak İskitleri ve Babil İmparatorluğu’nu yenilgiye uğratmışlardır. Aynı bin yılın ortalarında tarih sahnesinden çekilen Medlerin ardından bölge, onları mağlup eden Ahamenişlerin hâkimiyetine geçmiştir. Ahamenişler Anadolu’dan Afrika’nın kuzeyi ve Balkanlara kadar uzanan geniş bir imparatorluk kurarak, MÖ 331’de İskender tarafından mağlup edilene kadar varlığını sürdürmüştür.
İskender’in ölümünden sonra, kurduğu devlet, kumandanları arasında paylaşılmış ve bugünkü İran, Suriye ve Mezopotamya coğrafyası Selevkos’ta kalmıştır. Selevkos tarafından kurulan yeni devlet (MÖ 323-63), Akdeniz’in doğusundan itibaren Anadolu, bugünkü İran, Irak, Türkmenistan ve Pakistan coğrafyasında hüküm sürmüştür. MÖ 250 yılında, Selevkosların hâkimiyetindeki İran’ın kuzeydoğusunda bağımsızlığını ilan eden Parni kabilesi zamanla hâkimiyet alanını genişleterek Part İmparatorluğu adıyla önemli bir devlete dönüşmüştür. Partlar; Medler ve Ahamenişlerin ardından bölgede hâkimiyet kuran üçüncü yerel hanedandır ve MS 224 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
Part İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından kurulan Sasani İmparatorluğu ise İran tarihinin en önemli devlet tecrübelerinden biri olmuştur. Bizans İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı resmî din olarak kabul etmesinin de etkisiyle Sasaniler Zerdüştlüğü devlet dini hâline getirmiştir. Devletin sınırları bugünkü İran, Irak, Suriye, Türkiye’nin doğusu, Azerbaycan, Ermenistan, Afganistan, Pakistan, Kafkasya, Orta Asya ve Arap Yarımadası’nın bir kısmı ile 6. yüzyılın sonlarından itibaren kısa bir süre Mısır, Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü de kapsayacak kadar genişlemiştir. Kültür, sanat ve düşünce alanındaki etkileri de Avrupa’dan Hindistan’a, Çin’den Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Hz. Ömer’in hilafetinde 636, 637 ve 642 yıllarında İslam ordularının zaferlerinin ardından Sasani İmparatorluğu 651 yılında yıkılmıştır.
İslami dönemde İran önce Emevi ardından Abbasi hâkimiyetine girmiş, Abbasiler devrinde devlet yönetimi, bürokrasi ve kültür-sanat alanlarında Fars kültürünün etkisi giderek artmıştır. Abbasilerin zayıflamasıyla birlikte bölgede 9. yüzyılın ortalarından 11. yüzyılın ortalarına kadar hüküm süren yerel hanedanlar neşet etmiştir. Bunlar Tahiriler, Saffariler, Samaniler ve Büveyhilerdir.
Gaznelilerle (963-1186) birlikte İran devlet yönetiminde uzun yüzyıllar devam edecek olan Türk hâkimiyeti başlamıştır. 11. yüzyılın ortalarında İran coğrafyasında yükselen Büyük Selçuklu Devleti, askerî kadrosu ve hükümdarı Türklerden, siyasi kadrosu İranlılardan oluşan bir devlet tecrübesi ortaya koymuştur. Selçukluların İran coğrafyasındaki hâkimiyetinin 12. yüzyıl ortalarında Anadolu’ya doğru gerilemesiyle birlikte, bölgedeki irili ufaklı yönetimler kendilerine alan bulmuştur. Bu süreçte Harizmşahlar, Gurlulara karşı üstünlük kurup İran’da hâkimiyeti ele geçirmiş ancak daha sonra Moğollarla karşı karşıya kalmıştır. 1220’de Maveraünnehir’deki başta Semerkand ve Buhara olmak üzere önemli şehirleri ele geçiren Cengiz Han liderliğindeki Moğollar, 1228’de Celaleddin Harizmşah’a karşı büyük bir üstünlük sağlamıştır. Alınan galibiyetin ardından İran coğrafyası kana bulanmış, yüz binlerce insan katledilmiş ve ülke harabeye çevrilmiştir. Moğol zulmü Hülagu yönetimi boyunca da devam etmiş, İlhanlı hâkimiyetinin ilk dönemindeki yıkım, sonraki yıllarda olumlu yönde bir seyir takip etmiş ve 14. yüzyıl ortalarında sona ermiştir. Yüzyılın sonlarında bölgede büyük bir imparatorluk kuran Timur’un ölümünün ardından 15. yüzyıl başlarında İran’da siyasi hâkimiyet yeniden parçalanmıştır. Bu yüzyılda bölgede Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletleri öne çıkmış, Akkoyunlular Osmanlı Devleti ile siyasi mücadeleye girmiştir.
16. yüzyılın hemen başında kurulan Safevi Devleti, Akkoyunlu Devleti’nin toprakları üzerinde yükselirken, bugünkü İran dışında Azerbaycan, Ermenistan, Afganistan, Türkmenistan, Irak ve Doğu Anadolu topraklarının bir bölümünde hâkimiyet sağlamıştır.
Safevilerin 1736 yılında yıkılmasının ardından İran’da Afşar Hanedanı (1736-1804), Zend Hanedanı (1753-1794) ve Kaçar Hanedanı (1789-1925) hüküm sürmüştür. Böylece Moğol yönetimi ve Zend Hanedanı dışında 20. yüzyıla kadar İran coğrafyası yüzlerce yıl Gazneliler, Selçuklular, Harizmşahlar, Safeviler, Afşar ve Kaçar hanedanları ve daha küçük ölçekli Türk devletlerinin hâkimiyetinde kalmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İran coğrafyası, 1908 yılında keşfedilen petrolün de etkisiyle İngiltere ve Rusya’nın güç mücadelesine sahne olmuştur. 1921 yılında ülkede yaptığı darbeyle yönetimi ele geçiren Rıza Han başbakan olmuş, ardından da kendini şah ilan ederek 1925 yılında Pehlevi Hanedanı dönemini başlatmıştır. Bu dönemde, aslında bir önceki yüzyıldan itibaren kendini gösteren modernleşme ve Batılılaşma politikaları devlet yönetimince yoğun biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Böylece askeriye, hukuk, eğitim ve sosyal hayat gibi temel alanlarda köklü değişiklikler yapılmıştır. Takip eden yıllarda Almanya’nın bölgede etkinliğini arttırması, İngiltere ve Sovyet Rusya’yı rahatsız etmiş, İkinci Dünya Savaşı esnasında İngiliz ve Rus birlikleri İran’ı işgal ederek Rıza Şah’ı devirmiştir. Şah’ın Johannesburg’a kaçmak zorunda kalmasından sonra, 1944’te oğlu Muhammed Rıza tahta çıkartılmıştır. Savaşı takip eden yıllarda ülkede ABD’nin etkinliği de giderek artmıştır.
1951 yılında Başbakan Musaddık yönetiminin ülke petrollerini millileştirmesi küresel aktörleri harekete geçirmiş, 1953’te İngiltere ve CIA/ABD destekli bir darbe ile Musaddık devrilmiştir. Ağustos 1954’te yapılan bir düzenlemeyle de ülke petrollerini çıkarma yetkisi İngiltere, ABD, Fransa ve Hollanda’ya ait şirketlerin bulunduğu bir konsorsiyuma devredilmiştir. Petrol gelirlerinin ülke halkına yansımaması, buna karşın yönetimin uyguladığı toprak reformu ve diğer politikalar, artan yoksulluk sorununa kalıcı bir çözüm sağlamak yerine durumu daha da kötüleştirmiş ve devletle halk arasındaki gerilim iyice tırmanmıştır. İktidara geldiği tarihten itibaren ulema ile şah arasında yaşanan gerilimli ilişki, sosyal ve siyasi krizlerin de etkisiyle 1960’ların başlarından sonra daha da artmıştır. Bu dönemde miting ve ayaklanmaların liderliğini yapan Ayetullah Humeyni 1963’te yargılanarak ölüm cezasına çarptırılmış ancak daha sonra cezası sürgüne çevrilerek önce Türkiye’ye, ardından Irak’a gönderilmiştir. Humeyni’nin Irak’ta iken 1969’da ortaya attığı “Velayet-i Fakih” teorisi, Şia düşüncesi içerisinde yeni bir yönetim modeli ortaya koymuş ve bu modele göre monarşik şah yönetimi gayrimeşru sayılmıştır. Teori, “gaip 12. İmam Mehdi dönene kadar yönetimi fakihlerden oluşan bir heyetin yürütmesi gerektiği” düşüncesi etrafında şekillenmiştir. 1970’lerde Şah yönetimine karşı yürütülen mücadele giderek milyonlarca insanı içine alacak kitlesel bir hüviyete bürünmüştür. Böylece Ocak 1979’da Şah ülkeyi terk etmiş ve Fransa’da bulunduğu süreçte İslam Devrim Konseyi’ni kuran Humeyni İran’a dönerek Mehdi Bazergan’ı geçici başbakan tayin etmiş ve yapılan referandumun ardından 1 Nisan 1979’da ülkede İslam cumhuriyeti ilan edilmiştir.
Yeni rejimle birlikte ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik krizler devam etmiştir; gerek yönetim kademesinin kendi içindeki gerekse Batılı ülkeler ve özellikle ABD ile yaşanan gerilimler, 1980 yılında başlayan İran-Irak Savaşı ile ayrı bir boyut kazanmıştır. Halkı Müslüman olan bu iki devletin sekiz yıl süren savaşında, her iki taraftan yüz binlerce insan hayatını kaybetmiş, İran petrol endüstrisi yüz milyarlarca dolarlık zarara uğramıştır. 1988’de savaşın sona ermesi ve 1989’da Humeyni’nin vefatının ardından ülke, 1990’lı ve 2000’li yıllarda siyasi ve ekonomik alanlarda yaşanan krizlerle mücadele etmiştir. Özellikle Filistin ve Lübnan meselelerinde izlenen politikalar, ABD ve İsrail başta olmak üzere uluslararası arenada kullanılan sert söylemler, nükleer faaliyetler ve 2010’lu yıllarda Suriye’deki iç savaşta alınan pozisyon, İran’ı uluslararası alanda giderek yalnızlaştıran faktörler olarak öne çıkmaktadır.
Siyasi Yapı
İran’da 1 Nisan 1979’da ilan edilen İslam cumhuriyeti dünyadaki diğer cumhuriyet rejimlerinden farklı bir yönetim modeline sahiptir. Ülkede yasama, yürütme ve yargı organları bulunmakla birlikte, Devrim Rehberi/Dinî Lider adı verilen kişi, dinî ve siyasi açıdan en üst düzey yönetici pozisyonundadır. Devletin kurucu lideri Ayetullah Humeyni tarafından geliştirilen bu yönetim biçimine göre; “Velayet-i Fakih” pozisyonundaki dinî lider, Şia inancında kayıp 12. İmam Muhammed el-Mehdi’nin yeniden yeryüzüne gelişine kadar ona vekâlet etmekte ve ömür boyu görev yapmak üzere seçilmektedir. Ayetullah Humeyni’nin 1989 yılındaki vefatından sonra 88 üyeden oluşan Uzmanlar Meclisi bu göreve Ayetullah Ali Hamaney’i getirmiştir.
Yasama organı olarak görev yapan İslami Danışma Meclisi 290 üyeden oluşmakta ve üyeler dört yılda bir düzenlenen seçimlerle belirlenmektedir. Son seçimler 2020 yılı Şubat ayında yapılmıştır. Yürütme organı, cumhurbaşkanının başkanlık ettiği hükümettir. Cumhurbaşkanı dinî liderden sonra ülke yönetiminde ikinci sırada yer almaktadır. Başbakanlık makamı 1989’da kaldırılmış olmakla birlikte, cumhurbaşkanı birinci yardımcısı bu mevkide kabul edilmektedir. Meclis dışından seçilen ve milletvekilleri tarafından tek tek güvenoyu almak durumunda olan bakanlar, gerekli görüldüğünde yine meclis tarafından görevden alınabilmektedir. Cumhurbaşkanı dört yılda bir düzenlenen seçimlerle belirlenmekte ve en fazla iki dönem görev yapabilmektedir. Seçime Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin uygun gördüğü isimler katılabilmektedir. Haziran 2021’de düzenlenen son seçimleri, oyların %72’sini alan İbrahim Reisi kazanmış ve yeni cumhurbaşkanı olarak göreve başlamıştır. Seçimlere katılım %48 gibi düşük bir seviyede kalmıştır.
Anayasayı Koruyucular Konseyi ülke yönetiminin, alınan kararların, çıkartılan yasaların şeriata uygun olup olmadığını kontrol eden bir üst merci konumunda olup başkanlığını Ayetullah Ahmed Cenneti yürütmektedir. Uzmanlar Meclisi ise rehberlik makamına atama yetkisine sahip bir üst merci olup üyeleri sekiz yıllığına ülke çapında yapılan seçimlerle belirlenen din adamlarıdır. Bu meclisin başkanlığını da yine Ahmed Cenneti yürütmektedir.
Ekonomik Durum
İran büyük oranda petrol ve doğal gaz ihracatına bağlı, potansiyelinin altında seyreden kırılgan bir ekonomiye sahiptir. Son yıllarda ABD’nin başını çektiği uluslararası ambargolar, petrol fiyatlarındaki düşüş, düşük rekabet, toplumsal krizler, verimsizlik vb. sebeplerle ülke ekonomisi oldukça zor bir dönemden geçmektedir. Yaşanan bu sorunlar nedeniyle ulusal para birimi İran Riyali büyük bir değer kaybına uğramış, resmî kur ile piyasa kuru arasında ciddi farklar meydana gelmiş, işsizlik, yoksullaşma ve enflasyon rakamları giderek artmıştır. Hâlihazırda %30 civarında olan enflasyon verilerinin önümüzdeki birkaç yılda %20’nin altına inme ihtimali oldukça düşük gözükmektedir. Bütün bunlar İran halkının refah seviyesini ve yaşam standartlarını belirgin biçimde geriletmiş durumdadır. Bu nedenle devlet çeşitli alanlarda sürekli olarak sübvansiyonlar uygulamakta, bu da bütçeye çok büyük ek maliyetler getirmektedir.
Gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYİH) %55’inin karşılandığı hizmet sektörü, istihdamın da yaklaşık yarısını karşılamaktadır. Sanayi sektörü ise GSYİH’nin ve istihdamın %35’ini karşılamaktadır. Öne çıkan başlıca sahalar; petrol, petrokimya, gaz, gübre, maden, imalat, tekstil, inşaat, çimento ve gıda işlemedir. Büyük bir potansiyele sahip olan tarım sektörü ülke ekonomisi açısından kritik önemde olup, GSYİH’nin %10’unu, istihdamın %15’ini karşılamaktadır. Yetiştirilen başlıca ürünler; buğday, pirinç, tahıllar, şeker pancarı, şeker kamışı, meyve çeşitleri, kuruyemiş ve pamuktur. Ayrıca hayvancılık ve hayvansal üretim de oldukça yaygındır. Süt ürünleri, havyar ve yün bu alanda öne çıkmaktadır.
İran’da devlet ekonomiye doğrudan müdahildir ve kamuya bağlı ya da kamu tarafından işletilen yüzlerce firma, büyük ölçekli işleri yürütmektedir. Özel sektör ülkede daha ziyade küçük ve orta ölçekli işlerde ön plandadır. Son yıllarda petrol ve doğal gaza bağlı ekonominin çeşitlendirilmesi, özel sektörün güçlendirilerek rekabet ortamının oluşturulması için çalışmalar yürütülmektedir.
Petrol ve doğal gaz rezervleri bakımından İran, dünyanın enerji sahasındaki en zengin ülkelerinden biridir. Kanıtlanmış 157 milyar varil petrolü ile Venezuela, Suudi Arabistan ve Kanada’nın ardından dördüncü sırada bulunan İran, 33,7 trilyon metreküplük doğal gaz rezerviyle de Rusya’nın ardından ikinci sırada yer almaktadır.
Dış ticaret hacmi ABD ambargolarına bağlı olarak ciddi dalgalanmalar göstermektedir. 2010 yılında 164 milyar dolara kadar çıkan toplam dış ticaret hacmi, petrol fiyatlarındaki düşüşün de etkisiyle 2015’te 100 milyar dolara kadar inmiş, takip eden yıllarda yeniden yükselişe geçmiş ancak 2010’ların sonlarından itibaren tekrar çok keskin bir düşüş sergilemiştir. 2020 yılında dış ticaret hacmi 12 milyar doları ihracat, 22,3 milyar doları ithalat olmak üzere toplamda 34,3 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Ambargo yüzünden ciddi azalma gösteren ihracat nedeniyle devletin koyduğu ithalat sınırlandırması toplam hacimde böyle bir rakam ortaya çıkarmıştır. İhracat gelirlerinin yarısından fazlasını petrol ve doğal gaz oluşturmaktadır. İran’ın dış ticaretteki en önemli partnerleri başta Çin olmak üzere, Hindistan, Türkiye, Rusya, İtalya, Brezilya ve Almanya’dır.
Türkiye ile İlişkiler
İki ülke arasındaki siyasi ilişkiler Fatih Sultan Mehmet devrinde Osmanlı ile Akkoyunlu Devleti’nin Orta ve Doğu Anadolu toprakları üzerindeki hâkimiyet mücadeleleriyle başlamıştır. 1473 yılında gerçekleşen Otlukbeli Savaşı, Osmanlı Devleti’nin kesin zaferiyle sonuçlanmıştır. Akkoyunlulardan sonra 16. yüzyılın başlarında İran coğrafyasında yükselen Safevi Devleti’nin bölgedeki emelleri Yavuz Sultan Selim’i harekete geçirmiş ve 1514’teki Çaldıran Savaşı’nda Safevi Devleti büyük bir yenilgiye uğratılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman ve I. Tahmasb’ın yarımşar yüzyıllık hükümdarlıklarının ilk dönemlerinde Osmanlı İran’a seferler düzenlemişse de 1555’teki Amasya Barışı ile iki devlet büyük oranda barış ortamını muhafaza etmiştir. Yüzyılın son çeyreğinde yeniden başlayan savaş ve çatışma ortamı, IV. Murad’ın 1638’de Bağdat’ı fethi ve bir yıl sonra imzalanan Kasrışirin Anlaşması ile son bulmuştur. Bu anlaşma ile Türkiye ile İran arasında yaklaşık dört asırdır değişmeyen 560 kilometrelik doğu sınırlarımız çizilmiştir. Takip eden süreçte İran’da hüküm süren devletlerden 1736 yılına kadar Safevi Hanedanı, ardından Afşar Hanedanı (1736-1804), Zend Hanedanı (1753-1794) ve Kaçar Hanedanı (1789-1925) ile Osmanlı Devleti arasındaki münasebetlerde dengeli bir politika izlenmiş, belirli dönemlerde çatışma ve savaşlar yaşanmışsa da barış ortamı büyük oranda muhafaza edilmiştir. Bununla birlikte iki devlet, siyasi, ticari ve kültürel alanlarda birbirleriyle önemli bir rekabetin içinde olmuşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından hemen sonra İran’da Pehlevi Hanedanı’nın yönetimi ele geçirmesiyle başlayan ve 1979’daki İran Devrimi’ne kadar devam eden yarım yüzyıllık süreçte de Türkiye-İran ilişkileri genel itibarıyla dengeli bir seyir izlemiştir. 1979’da gerçekleşen İran Devrimi’nden bu yana ülkemiz, İran İslam Cumhuriyeti’yle olan ilişkilerini bu tarihî arka plana uygun biçimde sürdürmeye gayret etmektedir. Ancak İran’ın son yıllarda başta Suriye olmak üzere coğrafyamızdaki sıcak bölgelerde yürüttüğü politikalar, ilişkilerde bazı sorunlara sebep olmuştur.
Türkiye ile İran arasındaki münasebetlerin 2014 yılında oluşturulan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi ile daha da ileri bir seviyeye taşınması hedeflenmiştir. Bu çerçevede o yıldan itibaren dönüşümlü olarak Türkiye ve İran’da yılda bir kez devlet başkanlığı ve bakanlar düzeyinde katılımın gerçekleştiği toplantılar yapılmaktadır. Öte yandan Suriye ile ilgili olarak Türkiye, Rusya ve İran arasında oluşturulan üçlü platform, son yıllarda ülkeler arasındaki siyasi ilişkilerin ana damarlarından birini oluşturmaktadır.
İki ülkenin Ankara ve Tahran büyükelçilikleri dışında, Türkiye’nin Tebriz, Urumiye ve Meşhed’de, İran’ın da İstanbul, Erzurum ve Trabzon’da başkonsoloslukları bulunmaktadır. İki ülke vatandaşları arasında vize muafiyeti bulunmaktadır.
Türkiye ile İran arasındaki ticari ilişkiler, 2000’li yılların başından itibaren büyük bir gelişim göstermiş olmakla birlikte, son yıllarda durağan bir görünüm arz etmektedir. 2001 yılında 1,2 milyar dolar olan toplam dış ticaret hacmi, 2010 yılında 10 milyar dolar sınırını aşmış ve 2010’lar boyunca aşağı yukarı bu seviyede devam etmiştir. Ancak İran’a yönelik uluslararası ambargoların da etkisiyle karşılıklı ticaret hacmi 2020 yılında potansiyelinin oldukça altında kalarak 2,2 milyar doları Türkiye’den İran’a ihracat, 1,2 milyar doları ithalat olmak üzere toplamda 3,4 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. İki ülke birbirinin önemli dış ticaret partnerleri arasında yer almakta olup Türkiye İran’ın en büyük üçüncü ithalat ortağıdır. Türkiye’den İran’a ihraç edilen başlıca ürünler; makine, plastik eşya, kâğıt, elektronik cihazlar, tütün, motorlu kara taşıtları, tekstil ürünleri ve metal cevherleridir. İran’dan ithal edilen başlıca ürünlerse; petrol, doğal gaz, plastik eşyalar, bakır, çinko, alüminyum, demir-çelik, mineral yakıtlar, cam, kimyasallar ve meyve çeşitleridir.
Türkiye ile İran arasındaki kültürel ve toplumsal ilişkiler oldukça köklü ve derindir. Dil, edebiyat, sanat, düşünce ve ilim sahalarında Türk ve Fars dünyası, dünya tarihinde eşine az rastlanır biçimde yoğun geçişkenliğe sahiptir. Taraflar arasındaki siyasi ilişkiler zaman zaman gerilimli hâle gelmiş ve savaşlar yaşanmış olsa da kültürel ilişkilerdeki yakınlık kesintisiz biçimde sürmüştür. Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Türk ve İran halkları arasında var olan din kardeşliği ve samimi ilişki, İslam dünyasında oluşturulmak istenen mezhep temelli bölünme ve parçalanmayı önleyen en önemli saiklerden biridir. Ayrıca günümüzde İran nüfusunun önemli bir bölümünü Türkler oluşturmaktadır. Sayılarına ilişkin net bir veri bulunmamakla birlikte, gerçekçi bir tahminle ülkedeki Türklerin sayısının 30 milyon civarında olduğunu söylemek mümkündür ki, bu da İran nüfusunun %35-40’ına tekabül etmektedir. Ülkedeki Türklerin önemli bir kısmını Azeriler oluşturmaktadır. 20 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilen Azeriler dışında, ülkedeki diğer Türk unsurlar Türkmenler, Kaşkay Türkleri, Avşarlar, Kaçarlar, Karapapaklar ve Kazaklardır.
Müslümanların Durumu
İran coğrafyası Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Sasani Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte İslam hâkimiyeti altına girerken, Fars toplumu da peyderpey İslamiyet’i benimseyerek Müslümanlaşmıştır. Ancak Fars dünyası eski inanç ve kültür değerlerini, ilmî ve düşünsel birikimini İslami dönemde de önemli oranda muhafaza etmiş ve İslam medeniyetine ilim, kültür, sanat, düşünce ve siyaset sahasında ciddi katkılar sunmuştur. İran halkı, Safeviler devrinde uygulanan devlet politikaları sonucu, 16. yüzyıldan itibaren bir asrı aşkın geniş bir zaman dilimine yayılacak şekilde Şiiliği benimsemiştir.
Günümüzde 86 milyonluk nüfusa sahip olan İran’da halkın %99’u Müslüman’dır. Devlet İmamiyye Şiasını resmî mezhep olarak benimsemiştir ve halkın büyük bölümü Şii’dir. Nüfusun %9-10’unu oluşturan Sünni Müslümanlar daha çok Türkmenler, Beluciler ve Kürtler olup genellikle ülkenin kuzeybatısında yaşamaktadır.
İran dünyada Şii nüfusun en fazla bulunduğu ülkedir. Dünya genelinde toplam 200-220 milyon civarında olan Şiilerin 70 milyon kadarı İran’da yaşamaktadır. Siyasi açıdan da Şii dünyasının temsilcisi konumunda olan İran, İslam dünyasında Şiiliğin yaygınlaşması adına yoğun bir faaliyet içerisindedir. Bir yandan Batılı küresel aktörlerin İslam coğrafyasını mezhep savaşları üzerinden parçalamayı hedefleyen manipülasyonları, özellikle Irak, Suriye, Lübnan, Pakistan, Nijerya gibi Şii nüfusun yaygın olduğu ülkelerde yoğun biçimde sürerken diğer yandan İran’ın başta Suriye olmak üzere çatışma bölgelerinde takındığı tavır, bu sürece katkı sağlamaktadır. Bununla birlikte, rengini ehlisünnet anlayışından alan İslam dünyasının genelinde, mezhep farklılıkları karşısında takınılan aklıselim tavır ve ferasetli yaklaşım sevindirici ve umut vericidir.